-Kırık yumurta var mıdır komşu?
Arkadaşının dükkanına giren, yaşlıca bir kadın sordu bu suali... Başında siyah ve eski bir atkı vardı. Yüzü kırışıktı. Arkadaşım cevap verdi:
-Senin için ayırdık.
Meraklanmıştım:
-Neden kırık yumurta alıyorsun teyze?
-Daha ucuz oluyor!..
Kadıncağızın fakirliğini geç anladım. Kırık yumurta ile, pasta falan yaptıklarını zannetmiştim. Telâfi için, laf olsun diye yeniden sordum:
-Kaç çocuğun var teyze?
-Bir torunum...
-Nerelisiniz?
-Biz muhaciriz!..
-Efendin yok mu?
-Olmaz mı?
-Ne iş yapar?
-Onun gibilere pek iş vermiyorlar!..
Bir kartvizit uzatarak:
-Yarın şu adrese gitsin, belki bir iş bulabilir... dedim.
Kadıncağız inanmaz bir şekilde:
-Allah senden razı olsun!.. diye teşekkür etti.
Ertesi gün bizim gazeteye kocasını kadıncağız getirdi... Beni görünce:
-Aaaa!.. Kartı veren bey de buradaymış... dedi.
Adamın kulakları hemen hemen hiç işitmiyordu. Sebebim sordum "Boş ver" gibilerden elini salladı. Depoda iş bulundu... İade gazeteleri sayacak ve boyayacaktı. Kadıncağız gene inanamaz bir şekilde gazeteden ayrıldı...
Öğle tatilinde depoya indim. Adam beni görünce hemen ayağa kalktı. Yerlere kadar eğildi. Teşekkür etti.
-Kulaklarına ne oldu? diye işaret ettim.
•Eziyet!.. Eziyet ettiler.
-Nasıl?
-Uzundur, anlatayım mı? diye sordu.
"Evet" manasına başımı salladım. Adam belki de kulakları duymadığı için Bağıra bağıra konuşuyordu. Fakat ben memnundum. Böylece hikâyeyi, herkes daha kolay duyabiliyordu:
-Efendi, biz Balkanlarda yaşayan Müslümanlar, çok eziyetler çektik. Ne zaman ki Kızıl ordu evimize girdi, anladık eziyet ne imiş!
Sessizce dinliyorduk. O gene bağıra bağıra anlatıyordu:
-Herkes gibi bizim de bağımız var idi. Gül tütün ve elmalarımız, Balkan'da meşhur idi. Köyümüze gelen Kızıl Çavuş, bize acıdı. Başka yere sürmedi. Çiftliğimizde, bahçemizde bıraktı. Kendi toprağımıza IRGAT olduk. Lâkin dedi: "Şu kadar ton elma, şu kadar tütün, şu kadar sepet gül yaprağı isterim... Daha az verirseniz, sürerim sizi Sibirya'ya..." Kabul ettik Sibirya çok soğuk derler... Alışmışız kendi topraklarımıza. İlk yıl verdi Allah bereket, biz de verdik onlara!.. Dedi çavuş: "Sizin burda adam çok var!.. Gençleri başka çiftliklere göndereceğim. Emir geldi. Kızıl zabitten! Damatla kızımı alıp gittiler... Bir daha onları görmedik. İkinci yıl yağmadı yağmur, vermedi güzel Allah'ım. Biz de vermedik kızıl çavuşa... İşte o gün aldı beni karakola. Kulaklarıma verdi cereyan. Duymam artık o sebeple. Çavuş dedi: "Seneye de verirsen az, alırım torunu elinden... Dedim: "Peki, peki!.. Meraklanma, vereceğim çok elma seneye"... Akşam geldim eve. Baktım toruncuğuma. Kızımın emanetçiği, ninesine sokulmuş. Koklaşır durur. Dedi bir kere:
-Nine elma kokarsın!.. Ne güzel kokarsın!
Bizimki dedi: "Sus", sonra çıkardı koyuncağızından iki elma, uzattı narinciğe.
Dedi: "Yavaş yiyesin, senin için kopardım ağacımızdan. Duymasın kimse. Sonra bizi asarlar!.."
Ertesi gün kızıl Çavuş, çağırmış hepimizi. Korka korka gittik. Masanın üzerinde iki elma koçanı durur.
-Bunları çalmaya utanmıyor musunuz?.. Hepiniz hapissiniz. Bu elma diplerini sizin çoban bulmuş bahçede. Getirmiş bize "Ben çalmadım" diyerek! Hapisteki gardiyan dedi bana: "Niçin gitmezsiniz bu eziyetten?.." Dedim "Nasıl?.." Dedi: Satarsınız malınızı Kızıl orduya, gidersiniz hudut dışına..." Sattık varımızı, yoğumuzu. O parayla alabildik iki tren bileti. Geldik Payitaht'a (İstanbul'a)... Hem domuz eti yemeyiz. Hem Eyüp Sultan Hazretleri'nden dileriz imdat! Verdi bize o hazret, bugün senin işini... Anladın mı şimdi?
|