Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

Bedir Gazası

 
  Bekleyelim dönüşünü
  Siz yaya yürümeyin
  Zalimler korkak olur
  Siz niçin gelirsiniz?
  Yeter ki siz emredin
  Nereye konalım?
  Nasıl savaşalım?
  Savaş başlıyor
  Allahü ekber! Allahü ekber!
  Baba oğluna karşı
  Kara olsun yüzleri!
  Ne güzel, ne güzel!
  Ebu Cehil’in öldürülmesi
  Bu ümmetin Firavunu
  Ölüler işitirler mi?
  Esirlere iyi bakın!
  O altınlar ne oldu?
  Şehid ise gam değil
  İşte onlar meleklerdi!
  Ayakları parçalandı
  Zehirli kılıç
 



Bekleyelim dönüşünü

Müminler, Medine’de hayli kuvvetlenince,
Bu, korkuya düşürdü kâfirleri iyice.

Kervan gönderselerdi bir yere onlar eğer,
Muhafız askerler de gidiyordu beraber.

Bin develik bir kervan, tertib ederek yine,
Çıktılar o günlerde, Mekke’den Şam yönüne.

O kervanın başında, var idi Ebu Süfyan.
Ve lakin henüz iman etmemişti o zaman.

Kervanı taarruzdan korumak maksadıyle,
Kırk kadar da muhafız giderdi kervan ile.

Kervanın kârı ile, silah alınacaktı.
Müminlerle savaşta bu kullanılacaktı.

Allah’ın Sevgilisi, bunu haber aldılar.
Hemen iki kişiyi, keşf için yolladılar.

Gidip öğrendiler ki, kervan geçmiş az önce.
Dönüp, Resulullaha söylediler böylece.

Buyurdu: (Bekleyelim Şam’dan dönüşlerini.
O zaman bitirelim bu küffârın işini.)


Kervanın dönüşünü öğrenmek için ise,
Keşif kolu olarak gönderdi iki kimse.

Buyurdu: (Kırılırsa küfrün mukavemeti,
Bulamazlar İslam’a saldıracak kuvveti.)

Bu, Müslümanlar için bir fırsat idi artık.
Resulün emri ile, yapıldı her hazırlık.

Şehirde, yedi kişi görevli bırakarak,
Ve üçyüzbeş kişiyi yanlarına alarak,

Ramazan-ı şerifin onikinci gününde,
Çıktılar Medine’den, gayet sıcak bir günde.

Medine’de, emirle kalanlarla beraber,
Üçyüzonüç kişiydi bu şanlı sahabiler.

Bedir, Mekke, Medine ve Suriye’ye giden,
Yolların birleştiği bir yerdi hakikaten.

Şam'dan dönen kervanlar, oradan geçiyordu.
Onun için Bedir’e yürüyordu bu ordu.

İştirak etmek için bu Bedir savaşına,
Gençler, yalvarıyordu Peygamber-i zişâna.

Hatta Ümmü Varaka, kadın olduğu halde,
Gelip, Resulullaha yalvardı pek ziyade.

Dedi: (Ya Resulallah, müsaade ederseniz,
Sizin ile gelmeyi istiyorum bendeniz.

Yaralı olanlara bakarım ben orada.
Böylece şehid olmak nasib olur bana da.)

Buyurdu: (Kur’an oku, sen evde oturarak.
Şehidliği, sana da lütfeder cenâb-ı Hak.)

Sa’d bin Ebi Vakkas anlatıyor ki: Benim,
Onaltı yaşlarında vardı bir biraderim.

Bizim ile gazaya gitmeyi çok isteyen,
Çocukları, o Server çevirirdi seferden.

Ben, kardeşim Umeyr’e baktım, saklanıyordu.
Resul onu fark edip, (Sen geri dön!) buyurdu.

Üzülüp, gözyaşıyle ağlayınca ziyade,
O zaman Resulullah etti ona müsaade.

Halbuki kılıcını kuşanamadığından,
Onu, kendi beline, ben takmıştım o zaman.





Siz yaya yürümeyin

Üçyüzbeş sahabiden müteşekkil bu ordu,
Medine’den çıkarak, Bedir’e gidiyordu.

Hazret-i Mus’ab ile Mu’az ve Ali, o gün,
Mübarek sancağını taşırlardı Resulün.

Yanlarında iki at ve yetmiş deve vardı.
Kalblerinde şehidlik, alev alev yanardı.

Üç kişiye, bir deve düşüyordu o ara.
Bu yüzden, sıra ile binerlerdi onlara.

Hatta bu yürüyüşte, o Hüdâ’nın Habibi,
Nöbetleşe binerdi deveye Eshab gibi.

Yaya gitmek sırası o Resule gelince,
Sahabe çok üzülüp, derlerdi ki hemence:

(Ya Resulallah, sana, canımız olsun feda.
Siz deveden inmeyin, biz yürürüz az daha.)

Ve lakin Resulullah, yine yere inerek,
Kendisini, onlardan hiç farklı görmeyerek,

Buyurdu: (Ey Eshabım, bilin ki, yürümekte,
Siz, benden daha güçlü değilsiniz elbette.

Sevap ve mükafatta, ben de sizin gibiyim.
Yani bundan müstağni, ihtiyaçsız değilim.)

Resulullah ve Eshab, kavurucu sıcakta,
Böyle gidiyorlardı, oruçlulardı hatta.

İslam’ı yaymak için, her şeye katlanarak,
O Resulün peşinden, giderlerdi coşarak.

Çünkü bunun sonunda, şehid olmak ve Cennet,
Hem Allah ve Resulün rızası vardı elbet.

Peygamber efendimiz, Eshabının haline,
Bakarak, onlar için dua etti Rabbine:

(Allah’ım, yayandırlar, bunlara binecek ver.
Açık ve çıplaktırlar, onları giydiriver.

Allah’ım onlar açtır, doyur bu müminleri.
Fakirdirler, zengin et sen bu mücahitleri.)

Şanlı Bedir ordusu yürürken ilerlere,
Küffârın kervanı da yaklaşmıştı Bedir’e.

Ebu Süfyan, onların gelmekte olduğunu,
Öğrenince, çok büyük bir korku sardı onu.

Endişeye düşerek kervanı için hemen,
Değiştirdi yolunu, Bedir’e erişmeden.

Salimen varmak için Mekke'ye bir an önce,
Başka yola girerek, yol aldı gündüz gece.

Acilen gönderdi ki Mekke'ye bir kimseyi,
Önce varıp, Kureyşe anlatsın hadiseyi.

O gelip, gömleğini ön ve arddan yırtarak,
Haber verdi bu şeyi, Mekke’de bağırarak.

Gayet heyecanlıydı dedi: (Ey Kureyşliler!
Müslümanlar, kervana saldırıya geçtiler.

Eğer yetişirseniz kurtarabilirsiniz.
Aksi halde, vaziyet çok kötü bilesiniz.)

Mekkeliler, bu zatın toplanıp etrafında,
Harp hazırlıklarına başladılar anında.

Bir tarafta, İslam’ı ihya için gidenler,
Öbür yanda, bu dini yıkmayı isteyenler.

İki taraf, gelerek birbirlerine karşı,
Olacaktı tarihin en mühim bir savaşı.
 



Zalimler korkak olur

Kureyş, kervanlarının halini öğrenince,
Harp hazırlıklarına başladılar hemence.

Tam yediyüz develi ve yüz atlı, tamamen,
Yüzelli de piyade, toparladılar hemen.

Gidip Ebu Leheb'e, (Sen de katıl!) deyince,
Korkusundan (Hastayım) deyiverdi hemence.

Yani bahane edip hastalığı o zaman,
Yerine, başkasını gönderdi korkusundan.

Ümeyye bin Halef de, İslam düşmanlarının,
En insafsızlarından birisiydi pek azgın.

Gevşek davranıyordu bu kâfir de o sıra.
(Zalimler korkak olur) buyurulmuştur zira.

Haber vermiş idi ki o Sevgili Peygamber:
(Bir gün benim Eshabım, Ümeyye’yi katleder.)

O, bunu bildiğinden, düştü büyük telaşa.
Ve gitmek istemedi, bir özürle savaşa.

Ebu Cehl’e dedi ki: (Yaşlı ve çok şişmanım.
İzin ver, ben bu harbe gidip savaşmayayım.)

O ise, korkaklıkla edince onu itham,
Çaresizlik içinde dedi ki: (Peki, tamam!)

Pek çoğu zırhlı idi, bu harbe katılanlar.
Vardı hem yanlarında, güzel sesli kadınlar.

Çalgı aletleriyle, içki de almışlardı.
Kuvvetlerine bakıp, pek çok şımarmışlardı.

Dediler ki: (Bu kadar güçlü bir ordu ile,
Yeneriz, bin kişilik bir topluluğu bile.

Kaldı ki Müslümanlar, üçyüz kişiler yalnız.
Biz onları öldürüp, mallarını alırız.)

Ve lakin hepsinin de, bir tek maksadı vardı.
O da, İslamiyet’i ortadan kaldırmaktı.

Azgın müşrik sürüsü, şarkı ve çalgılarla,
Gurur kibir içinde, çıktılar sonra yola.

Ve lakin o arada, kervan ve Ebu Süfyan,
Bedir tehlikesini atlatmıştı o zaman.

Bedir’den uzaklaşıp, bir hayli yol almıştı.
Mekke’ye varmak için, az mesafe kalmıştı.

Tehlike geçtiğini, gidip haber vermeye,
Gönderdi Ebu Süfyan, bir kimseyi Mekke’ye.

O, gelip bildirdi ki: (Kurtulduk tehlikeden.
Artık geri dönünüz siz dahi bu seferden.

Yani savaşmak için, gitmeyin Medine’ye.
Çünkü lüzum kalmadı, haydi dönün geriye!)

Ve lakin Ebu Cehil, o gurur ve kibrinden,
Bunu kabul etmeyip, vazgeçmedi fikrinden.

Dedi ki: (Hayır olmaz, bir defa çıktık yola.
Gider ve savaşırız, elbet Müslümanlarla.

Hem üç gün ve üç gece, Bedir’de konaklarız.
Şarap içer, eğlenir, develer boğazlarız.

Etraf kabileler de, bakarak böyle bize,
İmrenirler bu üstün ve güçlü halimize.

Hiç kimseden korkmayıp, çekinmediğimizi,
Görür, iyi anlarlar güç ve kuvvetimizi.)

O, kâfir güruhunu coşturup böyle o gün,
Dedi: (Ey Kureyşliler, haydi şimdi yürüyün!)



Siz niçin gelirsiniz?

Haberci geri dönüp, geldi Ebu Süfyan’a.
Ebu Cehl’in halini, söyledi aynen ona.

O, ileri görüşlü ve tedbirli idi hep.
Asla tasvip etmedi bu işi bundan sebep.

Dedi: (Eyvahlar olsun, yazık oldu Kureyş’e.
O, baş olmak fikriyle girişiyor bu işe.

Eğer Müslümanlara rastlar ise cenk için,
Şimdiden diyeyim ki, vay haline Kureyş’in.)

O ara Resulullah, sevgili Eshabiyle,
Bedir’e yaklaşmıştı halis bir gaye ile.

Orduda, Medineli müşriklerden ikisi,
Vardı ki, gördü hemen Allah’ın Sevgilisi.

Ve onlara sordu ki o Resul-i mücteba:
(Siz bizimle ne için gelirsiniz acaba?)

Dediler ki: (Biz dahi cenk eder, savaşırız.
Sonunda, ganimetten biz de bir pay alırız.)

Birisi Hubeyb olup, Resul sual etti ki:
(Sen, Allah ve Resule iman ettin mi peki?)

Hubeyb (Hayır) deyince, buyurdu ki o zaman:
(Gelmesin bizim ile, dinimizden olmayan.)

O ısrar eyledi ki: (Ben savaşçı bir erim.
Ganimet almak için, harp etmeyi isterim.)

Allah’ın Sevgilisi, yine (Olmaz!) deyince,
Hubeyb, bu teklifinde ısrar etti bir nice.

Revha denen mevkiye gelindiğinde fakat,
Gitti Resulullahın huzuruna o bizzat.

Dedi: (Ya Resulallah, ben, Allah’a ve sana,
İman edip, kavuştum halisane imana.)

O zaman Resulullah, sevinip pek ziyade,
Onun da gelmesine eylediler müsaade.

Şanlı İslam ordusu ve şerefli Peygamber,
Bedir’e yaklaşınca, aldılar ki bir haber:

Mekkeliler, büyük bir ordu kurmuş bu ara,
Bedir’e geliyorlar, kervanı kurtarmaya.

Sevgili Eshabını toplayıp Resul hemen,
İstişare eyledi, hiç vakit geçirmeden.

Zira kendilerinden, kat kat büyük bir ordu,
İslam’ı yıkmak için, savaşa geliyordu.

Peygamber efendimiz, önce Muhacirine,
Sordular: (Bu hususta, uygun olan sizce ne?)

Hazret-i Ebu Bekir, hem de hazret-i Ömer,
(Bu düşman ordusuyla çarpışalım) dediler.

Sonra Mikdad bin Esved, dedi: (Ya Resulallah!
Onu getir yerine, ne emrettiyse Allah.

Sen nerede olursan, orada biz de varız.
Biz, senin bir an bile, yanından ayrılmayız.

Allah ve Resulünün yollarında hem dahi,
Canımız ve başımız feda olsun vallahi.

Habeşistan’a desen, gideriz yine elbet.
Etmeyiz sana asla, en ufak muhalefet.

Hazırız her emrini yapmak için burada,
Anam, babam ve canım, olsunlar sana feda.)

Ferahladı o Server onun bu sözlerinden.
Hayır dua eyledi bu sahabiye hemen.




Yeter ki siz emredin

Peygamber efendimiz, Muhacirlerden sonra,
(Fikriniz nedir?)
 diye, sual etti Ensara.

Sa’d bin Mu'az kalkıp, dedi: (Ya Resulallah!
Allah ve Resulüne iman ettik biz vallah.

Elbet hak ve doğrudur her getirdiğin senin.
İtaat hususunda, söz verdik sana kesin.

Bizler, o sözümüzden, asla geri dönmeyiz.
Her nereye gidersen, biz dahi emrindeyiz.

Başımız üzerinde tutarız her emrini.
Yeter ki bildir bize, ne ise dileğini.

Denize dalsan bile, biz de hemen dalarız.
Hiçbirimiz, bir adım bundan geri kalmayız.

Hatır-ı şerifinde ne varsa, bize emret.
Tutarız can ve başla, etmeyiz muhalefet.

Bizim bir tek gayemiz, seni sevindirmektir.
Böylelikle rızana ve sevgine ermektir.

Yoluna feda olsun, malımızla canımız.
Çekinmeyiz düşmandan, savaşta sabırlıyız.)

Bu söze katıldılar hepsi can-ü gönülden.
Uğrunda can vermeye, söz verdiler o günden.

Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım, gün bu gün.
Allah’ın lütfu ile şad olarak yürüyün.

Zira ben, kâfirlerin, bu savaş meydanında,
Ölecekleri yeri, görüyorum şu anda.)

Müminler bu müjdeyi, Hakkın Sevgilisinden,
Alınca, bir aşk ile yürüdüler izinden.

Bedir’in yakınına vardıklarında onlar,
Bir kısım Sahabeye, şu emri buyurdular:

(İşte, şu ilerdeki tepenin yakınında,
Bilgi edinirsiniz, o müşrikler hakkında.)

Hazret-i Ali ile, birkaç kişi gittiler.
İki kişiyi tutup, Resule getirdiler.

Resulullah sordu ki: (Kureyş nerelerdedir?)
Dediler: (Şu tepenin hemen gerisindedir.)

Sonra, (Kaç kişilerdir?) diye sual edince,
Cevaben dediler ki: (Bilmiyoruz iyice.)

Sordu yine: (Bir günde, kaç deve kesiyorlar?)
(Bir gün dokuz, bir gün on) diye arz etti onlar.

O zaman Resulullah, şöyle buyurmuşlardır:
(Öyle ise binden az, dokuzyüzden fazladır.)

Sordu ki: (Kimler vardır, Kureyş ulularından?)
Onlar da, birkaç kişi söylediler o zaman.

(Utbe, Şeybe, Ebu Cehl...) diye saydıklarında,
Eshabına dönerek buyurdu ki o anda:

(Ey sevgili Eshabım, öyleyse Mekke ehli,
Ciğerparelerini size feda eyledi.)

Sonra hazret-i Ömer, Resulün emri ile,
Gitti, Kureyşlilerle andlaşmak gayesiyle.

Dedi: (Ey Kureyşliler, Allah’ın Peygamberi,
Buyurur ki, bu işten vaz geçip dönün geri.

Sizden başkalarıyla çarpışmak, zira bana,
Sizlerle çarpışmaktan, makbuldür elbet daha.)

Ebu Cehil dedi ki: (Bunu kabul etmeyiz.
İntikam almadıkça, asla geri dönmeyiz.

Tâ ki bu beldelerde, bizim kervanımıza.
Cesaret edemesin bir kimse taarruza.)
 


Nereye konalım?

O gece Resulullah, şanlı Eshabı ile,
O müşriklerden önce, ulaştılar Bedir’e.

(Karargahı nereye kuralım?) diye hemen,
Peygamber efendimiz sorunca Sahabeden,

Henüz otuz yaşında olan Habbab bin Münzir,
Dedi: (Ya Resulallah, bura uygun değildir.

Münasip görürseniz, yürüyelim ileri.
Biz harpçi kimseleriz, biliriz bu yerleri.

İlerde bir kuyu var, suyu tatlı ve boldur.
O bölgeye konmamız, bizce daha uygundur.

Sair kuyuların da, hepsini kapatalım.
Sonra, kendimiz için bir tek havuz yapalım.

Düşmanla çarpışırken, susadıkça hemen biz,
Gelip, havuzumuzdan rahatça su içeriz.

Kureyş kâfirleriyse, hiç su bulamamaktan,
Mağdur ve çok perişan hale gelir o zaman.)

Cibril aleyhisselam, o anda indi yere.
Bunun doğruluğunu, bildirdi o Servere.

Resulullah buyurdu: (Ey Habbab, iyi fikir.
Doğru olan görüş de, senin bu dediğindir.)

Sonra ayağa kalkıp, Eshabıyla beraber,
O kuyunun başına, hep birlikte geldiler.

O tatlı suyu olan kuyudan gayrisini,
Taş ile doldurarak, kapattılar hepsini.

Bir de havuz yaparak, su ile doldurdular.
Hatta içmek için de, kaplar bile koydular.

Sa’d bin Mu'az dahi, Fahr-i kâinat için,
Bir gölgelik yapmayı isteyip, aldı izin.

Sonra Resul-i ekrem, şerefli Eshabiyle,
Gezdi harp sahasını bir keşif maksadiyle.

Zaman zaman durarak, buyurdu: (Yarın sabah,
Filan kâfir, şurada öldürülür inşallah.)

Kâfirlerin, vurulup düşeceği yerleri,
Gösterdi birer birer Allah’ın Peygamberi.

Hazret-i Ömer der ki: (Dikkat ettim, o sabah,
Nerelere işaret ettiyse Resulullah,

Ve kimlerin ismini söyledilerse eğer,
Onlar, tam o yerlerde yerlere serildiler.

Hatta ne az geride, ne de ilerisinde.
Tam buyurduğu yerde öldürüldü hepsi de.)

Kâinatın sultanı sevgili Resulullah,
Üç gruba ayırdı Eshabını o sabah.

Muhacirlere ait sancağı, o gün yine,
Mus’ab ibni Umeyr’in teslim etti eline.

Evs’in sancağını da, sonra Fahr-i kâinat,
Sa’d ibni Mu'azın eline verdi bizzat.

Hazrecilerinkini, Habbab bin Münzir aldı.
Hepsi, sancaklarının altlarında toplandı.

Peygamber efendimiz, ordusunu tamamen,
Saf haline getirip, nizama soktu hemen.

Sağ kanada, kahraman Zübeyr bin Avvam geçti.
O gruba, bu yiğit kumanda edecekti.

Yine Resulullahın emriyle sol kanada,
Mikdad bin Esved geçti, etmek için kumanda.




Nasıl savaşalım?

Peygamber efendimiz, Sahabe-i kirama,
Emredip, ordusunu koydu bir intizama.

Yani mücahidlerin, saf halinde, muntazam,
Olmasını emretti, sıra dahilinde tam.

Mübarek ellerinde, bir çubuk tutuyordu.
Eshabını, onunla nizama sokuyordu.

Sahabe-i kiramdan, Sevad ibni Gaziyye,
Çıkmıştı bir aralık saftan az ileriye.

Göğsüne, o çubukla hafifce dokundular.
Ve ona, (Hizaya gel ya Sevad!) buyurdular.

Dedi: (Ya Resulallah, elem duydu bedenim.
Ben dahi o çubukla size vurmak dilerim.)

Onun bu sözlerine, Eshab hayret ettiler.
(Allahü ekber!) deyip, hep tekbir getirdiler.

Bir âdet var idi ki, zira Arabistan’da,
Tekbir getirilirdi fevkalade anlarda.

O, kısas istiyordu zira Resulullahtan.
Kısas istenir miydi hiç Fahr-i kâinattan?

Gömleğini açarak, buyurdular ki derhal:
(Ey Sevad, haydi bana kısas yap, hakkını al.)

O, görünce Resulün nur saçılan göğsünü,
Sevinç ve muhabbetle, öpüp sürdü yüzünü.

(Ne için böyle yaptın?) diye sorunca ona,
Dedi ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.

Öyle zannederim ki, ben şehid olacağım.
Ve yüksek zatınızdan, bugün ayrılacağım.

İstedim, dudaklarım değsin bedeninize.
Böylece, bir bereket erişsin bendenize.

Bununla, ahirette şefaat olunayım.
Cehennem azabından, böyle halas olayım.)

Peygamber efendimiz, bundan duygulandılar.
Ve hazret-i Sevad’a çok dua buyurdular.

Sonra Fahr-i kâinat, sordular Sahabeye:
(Düşman ile ne tarzda çarpışalım biz?) diye.

Kalktı Asım bin Sabit önce izin alarak.
Tutuyordu elinde, ok ve yay, bir de mızrak.

Dedi: (Ya Resulallah, Kureyşliler, yüz metre,
Bize yaklaştığında, ok atalım ilk kere.

Taş atım sahasına girerse onlar eğer,
Hemen, taş atışına tutalım biz bu sefer.

Mızrak mesafesine gelince yine onlar,
Mızrakla savaşalım, kırılıncaya kadar.

Daha yaklaşırlarsa eğer ki bize düşman,
Kılıçları sıyırıp, çarpışalım o zaman.)

Beğendi bu fikrini onun Fahr-i kâinat.
Ve hemen Eshabına, verdi şöyle talimat:

(Yerinizi bırakıp, sakın ayrılmayınız!
Ben emir vermedikçe, harbe başlamayınız.

Düşman, ok mesafesi yaklaşır ise eğer,
Fırlatın okunuzu, etmeyin lakin heder.

Daha yaklaşırlarsa, elinizle taş atın.
Daha da yaklaşınca, mızrakları fırlatın.

En son, göğüs göğüse gelindiği zaman da,
Kılıçları sıyırıp, çarpışın o son anda.)



Savaş başlıyor

Kumluk olduğu için karargah kurulan yer,
Güçlük çekiyorlardı yürümekte gaziler.

Allah’ın Sevgilisi, buna dua edince ,
Öyle yağmur yağdı ki o bölgeye o gece,

Kaygan olan o zemin, sertleşti hem de gayet.
Bu, Müslümanlar için oldu büyük bir rahmet.

Resulullah, Eshabı namaza kaldırdılar.
Ve sabah namazını, cemaatle kıldılar.

Sonra da Eshabına, cihad ile şehidlik,
Hakkında hitab edip, savaşa etti teşvik.

Onyedinci günüydü Ramazan-ı şerifin.
Günlerden Cuma idi ve güneş doğdu hemin.

Biraz sonra, tarihin en mühim, en amansız,
Ve en büyük savaşı olacaktı hilafsız.

Bir yanda Fahr-i âlem, Allah’ın Sevgilisi,
Ve yanında, bir avuç şerefli sahabisi.

Hepsi, can ve başını koyarak orta yere,
Resulün aşkı için, gelmişlerdi Bedir’e. 

Öbür tarafta ise, Allah’ı inkâr eden,
Ve Onun Habibini yok etmeyi dileyen,

Azgın, taşkın, inatçı, kâfir güruhu vardı.
İki ordu Bedir’de karşılaşacaklardı.

O kâfir sürüsünün içinde hem de o gün,
Akrabaları vardı Allah’ın Resulünün.

Kâfirler bin kişiydi, üçyüzbeş ere karşı.
O gün ilk olacaktı iman-küfür savaşı.

O sırada kâfirler, karargahtan çıktılar.
Harp sahasına doğru, akmaya başladılar.

Çoğunun üzerleri, kaplı idi zırhlarla.
Techiz edilmişlerdi binek ve silahlarla.

Ve yaklaşıyorlardı gurur, kibir içinde.
İslam’ı yıkmak idi gayesi hepsinin de.

Onların bu halini görünce Resulullah,
Hazret-i Sıddık ile çadıra girdi nagah.

Mübarek ellerini yukarı kaldırarak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:

(Ya Rabbi, işte küffâr gururla geliyorlar.
Sana meydan okuyor, beni yalanlıyorlar.

Ya ilahi, vakta ki vaad etmiştin ki bana,
Muzaffer eyleyesin beni hasımlarına.

İşte, Kureyş geliyor yıkmak için bu dini.
Bugün getir yerine bana olan vaadini.

Bu bir avuç mümini, eğer helak edersen,
Bulunmaz yeryüzünde, hiç sana kulluk eden.

Ya Rabbi, vaad ettiğin o yardımı nasib et.
Yoksa, bu günden sonra yok olur İslamiyet.)

Hazret-i Ebu Bekir teselli ediyordu.
(Üzülme, Hak teâlâ yardım eder!) diyordu.
 



Allahü ekber! Allahü ekber!

Resulullah, geçerek ordusunun başına,
Bir âyet-i kerime okudu Eshabına.

Mealen şöyleydi ki: (Siz ey iman edenler!
Karşılaşır iseniz bir düşman ile eğer,

Sabır ve sebat edip, Hakkı çok zikrediniz.
Çünkü sabredenlerle beraberdir Rabbiniz.)

Eshab, bu (Zikrediniz!) emrini aldığında,
Hep birlikte tekbirler getirdiler anında.

Başlamak üzereydi savaşa iki ordu.
Heyecan, son haddine gelmiş bulunuyordu.

Lakin şöyle bir âdet var idi ki o zaman:
Harp edecek ordular, henüz karşılaşmadan,

Önce, iki taraftan yiğitler çıkıyordu.
Karşılıklı olarak, bunlar çarpışıyordu.

Bu ilk çarpışmalarla, taraflar, yavaş yavaş,
Harbe ısınırlardı, olmadan henüz savaş.

Müşriklerden birisi, çiğneyip bu âdeti,
Bir ok atıp, Eshabdan birini şehid etti.

Bu hareket, güç geldi Sahabe-i kirama.
İçleri, volkan gibi başladı kaynamaya.

O sırada üç kâfir ileriye çıktılar.
Üçü de, en azılı İslam düşmanıydılar.

Bunlar, (Utbe) ve (Şeybe), iki birader idi.
Üçüncüsü, Utbe'nin oğlu olan (Velid)di.

Bunlar, mücahidlere şöyle nida ettiler:
(Bizimle çarpışacak içinizde var mı er?)

Mücahidlerden (Ebu Huzeyfe) hazretleri,
Kılıcını sıyırıp, derhal çıktı ileri.

Utbe, babası idi hem de bu sahabinin.
Fırladı, babasıyla çarpışma yapmak için.

Ve lakin Resulullah, ona mani oldular.
(Dur ya Eba Huzeyfe, sen gitme!) buyurdular.

Sonra, Afra hatunun iki oğlu, beraber,
(Muaz) ile (Muavvez) adlı iki birader,

İleriye çıktılar, onlarla çarpışmaya.
Bir de çıktı ileri, (Abdullah bin Revaha.)

Müşrikler, (Siz kimsiniz?) diye sual ettiler.
Onlar, (Biz Medineli müminleriz) dediler.

Müşrikler seslendi ki: (Sizinle yok işimiz.
Biz, kendi kavmimizden kimseleri isteriz.

Ya Muhammed, sen bize, kavmimizden bize denk,
Bahadırlar gönder ki, onlarla edelim cenk.)

O zaman Resulullah, üç yiğit sahabiye,
Dua edip emretti: (Siz geri dönün!) diye.

Sonra da, Eshabını süzerek ayrı ayrı,
Buyurdu ki: (Kalkınız, ey Haşim oğulları!

Allah’ın bu dinini söndürmek için gelen,
Şu kâfirlere karşı, çarpışın çekinmeden.)

Sonra, isimleriyle çağırdılar tek be tek:
(Kalk ya Ali, ya Hamza, ya Ubeyde!) diyerek.

Resulün emri ile, bu üç büyük sahabi,
Çıktılar ileriye, hemen arslanlar gibi.

Kılıçları sıyırıp, mertçe ilerlediler.
Üç azılı kâfirin karşısına geçtiler.




Baba oğluna karşı

Resulün emri ile, bu üç büyük sahabi,
Küffârın karşısına dikildi arslan gibi.

Kureyş'ten o üç kişi, sordular: (Siz kimsiniz?
Dengimizseniz eğer, sizinle cenk ederiz.)

Onlar, kendilerini tanıttılar tek be tek:
(Ben Hamza'yım, Ali'yim, Ubeyde'yim!) diyerek.

Dediler: (Bizim gibi, siz de şereflisiniz.
Sizinle çarpışmayı kabul ettik şimdi biz.)

Mücahidler, onları imana etti davet.
Lakin onlar reddedip, etmediler icabet.

O zaman üçü birden, kılıçları çektiler.
Müşriklerin üstüne, saldırıya geçtiler.

Hazret-i Hamza ile, Allah arslanı Ali,
Bir anda öldürdüler Utbe ile Velid’i.

Ubeyde de, Şeybe’yi yaraladı o ara.
Ve lakin kendisi de, Şeybe'den aldı yara.

Hazret-i Hamza ile Ali bunu gördüler.
Yetişip, bir hamlede Şeybe’yi öldürdüler.

Hazret-i Ubeyde’nin yaralı ayağından,
Dışarı, kan ve ilik akıyordu durmadan.

Lakin hiç aldırmayıp o yine bu haline,
Şöyle sual eyledi Allah’ın Habibine:

(Ya Resulallah sana, feda olsun her şeyim.
Bu halimle ölürsem, ben şehid değil miyim?)

Resulullah da, (Evet, sen şehidsin) dediler.
Cennetlik olduğunu ona müjdelediler.

Harp bitip de dönerken, o hazret-i Ubeyde,
Şehiden vefat etti, Safra denen bir yerde.

Üç mühim adamını kaybeden o müşrikler,
Moralleri bozuldu ve şaşkına döndüler.

Ve lakin Ebu Cehil, bu morali düzeltmek,
Maksadıyla dedi ki: (Bu, mühim değildir pek.

Onlar acele edip, çarpışmaya girdiler.
Bu sebeple, boş yere onlar katledildiler.

Yemin ediyorum ki, o Müslümanları biz,
İple bağlamadıkça, geri dönmeyeceğiz.)

Kahraman mücahidler, bu müşrik güruhunu,
Cezalandırmak için, sabırsızlanıyordu.

O sırada bir kişi, müşrikler tarafından,
Kureyş'in en cesur ve ok atıcılarından,

Çıktı ve karşısına er istedi o saat.
Hazret-i Ebu Bekrin oğlu idi bu, fakat.

Müşriklerin safında bulunuyordu o an.
Çünkü henüz imana gelmemişti o zaman.

Müminlerin safından, derhal biri fırlayıp,
Dikildi karşısına, kılıcına davranıp.

Bu dahi, ilk imana gelmekle şereflenen,
Hazret-i Ebu Bekri Sıddık idi gerçekten.

Yani karşıdakinin babası idi bu zat.
Oğlunun karşısına çıkmıştı kendi bizzat.

Onunla çarpışmaya atılmıştı ileri.
Ve lakin Resulullah, çağırdı onu geri.

Buyurdu: (Ya Eba Bekr, şunu iyi bilesin.
Sen, benim gözüm ile kulağım yerindesin.)




Kara olsun yüzleri!

Resulullah eğilip, bir avuç kum alarak,
Onları, kâfirlerin üstüne savurarak,

Buyurdu ki: (Yüzleri kara olsun küffârın!,
Kalblerine korku sal ya Rabbi sen onların.)

Sonra Eshaba dönüp, verdi bir hücum emri.
Şanlı Eshab, bir anda atıldılar ileri.

Tekbir sedalarıyla oklar fırlatılmaya,
Taşlar, sonra mızraklar başladı atılmaya.

O gün hazret-i Hamza, iki kılıç alarak,
Çarpışırdı, küffârı birbirine katarak.

Hazret-i Ömer ile, Allah arslanı Ali,
Vuruşurlardı o gün birer arslan misali.

Sa'd bin Ebi Vakkas bir de Zübeyr bin Avvam,
Kâfirleri şaşkına döndürüyorlardı tam.

Abdullah bin Cahş ile, hem de Ebu Dücane,
Savaşıyorlar idi kavi ve çevikane.

Her sahabi, geçilmez birer kale olmuştu.
Ve tekbir sedaları, âlemi doldurmuştu.

Allahü teâlânın varlığı ve birliği,
Kâfirlerin beynine inerdi balyoz gibi.

Resulullah, (Ya Hayyü, Ya Kayyum!) diyerekten,
Allahü teâlâya yalvarırdı yürekten.

Hazret-i Ali der ki: (Hepimiz, Bedir günü,
Öyle görmüş idik ki Allah’ın Resulünü,

İçimizde en yiğit, en cesur, en kahraman,
Ve en cesaretlimiz, Resulullahtı o an.

En yakın O dururdu müşriklerin safına.
Sıkıştığımız zaman, sığınırdık biz Ona.)

Müşrikler, Ebu Cehl’i tam ortaya aldılar.
Birini, onun gibi giydirip donattılar.

Abdullah bin Münir’di bu nasipsizin adı.
Onun, Hazret-i Ali başını kesip aldı.

Sonra da, Ebu Kays’ı yaptılar böyle aynen.
Hazret-i Hamza dahi öldürdü onu hemen.

Hazret-i Ali’ye de, bir müşrik saldırmıştı.
Kılıcı, kalkanına saplanıp da kalmıştı.

Hazret-i Ali dahi, Zülfikârı çekerek,
Öyle kılıç çaldı ki ona (Allaah!) diyerek.

Zırhlar örttüğü halde müşrikin vücudunu,
Zırhı ile birlikte, ikiye biçti onu.

Hazret-i Hamza dahi vurunca o kâfire,
Miğferiyle beraber, kellesi düştü yere.

Peygamber efendimiz, bu iki sahabiyi,
Görüp, kendilerini methetti bizatihi.

Ve onların hakkında buyurdu ki o günde:
(Onlar, arslanlarıdır Allah’ın yeryüzünde.)

Hazret-i Ukaşe de, yanında o Resulün,
Çarpışırken, kılıcı kırıldı birden o gün.

Resulullah, yerden bir hurma dalı aldılar.
Hazret-i Ukaşe'ye, o dalı uzattılar.

Dediler: (Ya Ukaşe, al, bununla devam et.)
O dal, bir kılıç oldu, büyüktü hem de gayet.

Uzun, parlak ve keskin, hem kalındı bir miktar.
Savaştı o kılıçla harbin sonuna kadar.
 


Ne güzel, ne güzel!

Resulullah, bir yandan bizzat çarpışıyordu.
Bir yandan da Eshabı teşvik buyuruyordu.

Diyordu ki: (Yeminle söylüyorum muhakkak,
Bu gün, Hak teâlânın rızasını umarak,

Sabır ile çarpışıp, ölen her mücahidi,
Rabbimiz, Cennetine koyacaktır ebedi.)

Bunu, Umeyr bin Hümam işitince Resulden,
Çok sevinip, (Ne güzel, ne güzel!) dedi hemen.

(Cennete girmem için, şehid olmam kâfiymiş.)
Diyerek, kâfirlere saldırdı daha müthiş.

Daha çevik çarpışıp, eyledi hem de gayret.
Şehadet nimetine kavuştu en nihayet.

Daha şiddetlenince Bedir muharebesi,
Birer arslan kesildi, Sahabenin cümlesi.

Bir mümine, üç müşrik birden saldırıyordu.
Buna rağmen, hiçbiri savaştan yılmıyordu.

Bir ara, şiddetlendi hücumları küffârın.
Güç oldu vaziyeti, o an Müslümanların.

O zaman Resulullah, hazret-i Sıddık ile,
Kumanda çadırına girdi bir sıkıntıyle.

Secdeye kapanarak, yalvardı ki o zaman:
(Ya Rabbi, vaad ettiğin yardımı eyle ihsan.)

O an Enfal suresi, dokuzuncu âyeti,
Gelerek, o Resulün kalbini fetheyledi.

Ve mübarek başını kaldırarak secdeden,
(Müjde ya Eba Bekir!) buyurdu ona hemen.

(Rabbimizin yardımı, bize geldi bu günde.
İşte şu, Cebrail’dir, kum tepesi üstünde.

Atının dizginini tutmuş ya Eba Bekir,
Silahlanmış olarak, emir beklemektedir.)

Rabbimizin emriyle, Cebrail bizatihi,
Hazret-i Mikaille, İsrafil de hem dahi,

Biner melek alarak üçü de yanlarına,
Peygamber-i zişânın geldiler yardımına.

Sarı sarık sarmıştı, Cibril aleyhisselam.
Diğer meleklerinki beyaz idi bittamam.

Arkaya sarkık idi uçları da o ara.
Ve hepsi binmişlerdi beyaz, yağız atlara.

Resulullah, Eshaba buyurdu ki: (Melekler,
Takınmışlar herbiri nişan ve alametler.

Ey Eshabım siz dahi, melekler gibi şu an,
Yapınız kendinize bir alamet ve nişan.)

Zübeyr bin Avvam ile, bir de Ebu Dücane,
Sarı ve kırmızıdan yaptılar bir nişane.

Meleklerin savaşa girmesiyle, aniden,
Sahabenin lehine değişti durum birden.

Onlar, henüz vurmadan kılıcı kâfirlere,
Başları, bir top gibi düşüyordu yerlere.

Resulün etrafında, tanınmayan kimseler,
Savaşır ve bunları görürdü sahabiler.

Hazret-i Sehl diyor ki: (Bir kâfirin ardından,
Kılıcımı kaldırıp, henüz ona vurmadan,

Bakardım ki, kellesi düşüyordu yerlere.
Bu hale, herbirimiz şahid olduk çok kere.)
 



Ebu Cehil’in öldürülmesi

Küffârın sancaktarı Ebu Aziz bin Umeyr,
Esir edildiğinde, çok üzüldü kâfirler.

Ebu Cehil, Kureyşe vermek için cesaret,
Şiirler söylüyor ve ediyordu çok gayret.

(İşte bu günler için doğurdu beni anam!)
Diyerek, gençler gibi ederdi cenge devam.

Hem Ubeyde bin Said kâfiri de o ara,
Durmadan saldırırdı o gün Müslümanlara.

Atının üzerinde, meydanda dönüyordu.
(Ben, büyük karınlıyım) diye övünüyordu.

Bu, Zübeyr bin Avvam’la karşılaştı bir ara.
Baştan ayağa kadar bürünmüştü zırhlara.

Gözlerinden başkaca, görünmezdi bir yeri.
Görüverdi aniden, o, hazret-i Zübeyr’i.

Lakin kâfir heybetli, hem de kuvvetliydi pek.
O gün meydan okurdu at üstünde dönerek.

Aldı hazret-i Zübeyr mızrağını eline.
Nişan alıp, sapladı tam kâfirin gözüne.

Sonra gidip, güçlükle çıkardı mızrağını.
Gönderdi Cehenneme o habisin canını.

O kadar kahramanlık gösterdi ki o günde,
Yara almadık yeri kalmadı vücudünde.

Abdurrahman bin Avf da, çok gayret ediyordu.
Küffârı, bir vuruşta yere deviriyordu.

Bu sahabi diyor ki: Ben, Bedir savaşında,
Bulundum bir aralık iki genç arasında.

Onlar beni süzerek, sordular ki: (Amca, siz,
Kâfir Ebu Cehil'i tanır, bilir misiniz?)

Ben, (Evet, tanıyorum) deyince iki gence,
Dediler: (Bize onu gösteriniz hemence.)

Dedim ki: (Göstereyim, az sabırlı olunuz.
Lakin Ebu Cehil’i niçin soruyorsunuz?)

Dediler: (İşittik ki, çok üzmüş Peygamberi.
Söylermiş kendisine ağır, küfür sözleri.

Ahdettik, o kâfiri bu cenkte öldürmeden,
Asla ayrılmayalım muharebe yerinden.

Ya onu öldürürüz, ikimiz ölür ya da.
Bundan başka gayemiz yok bizim bu dünyada.)

Gençlerin bu sözleri, hoşuma gitti benim.
Hemen Ebu Cehil’i uzaktan gözetledim.

Baktım, Kureyş içinde Ebu Cehil kâfiri,
Dönüp dolaşıyordu bir ileri, bir geri.

Söyledim: (Ey civanlar, şu öteye beriye,
Telaşla giden şahıs, Ebu Cehil'dir) diye.

Ve ilave ettim ki: (İşte, Efendimizi,
Çok üzen şu kâfirdir, göreyim haydi sizi!)

Derhal kılıçlarına sarılıp maharetle,
Onu gözetlemeye koyuldular dikkatle

Bunlar, Afra hatun'un oğulları idiler.
Muaz ile Muavvez, iki biraderdiler.

Bir anda, sert bir yaydan fırlayan ok misali,
Yahut av peşindeki, birer şahin timsali,

Fırlayıp, kâfirlerin üzerinden aştılar.
Bir anda, Ebu Cehl’in yanına yaklaştılar.
 


Bu ümmetin Firavunu

Muaz, Afra hatunun iki oğlundan biri.
Gayesi, öldürmekti kâfir Ebu Cehil’i.

Bir ok gibi fırlayıp, yaklaştı o kâfire.
Kılıcını çekerek, saldırdı birden bire.

Bacağına, şiddetli bir kılıç çaldı birden.
Yere düştü bacağı, hemen kesik yerinden.

Gördü oğlu İkrime, yetişti imdadına.
Zira henüz Bedir'de gelmemişti imana.

O sırada Muaz’ın biraderi Muavvez,
Kardeşine yardıma yetişti görür görmez.

Üzerine çullanıp, kılıç ile habire,
Cansız düşene kadar vurdular o kâfire.

O ara Resulullah, Eshaba buyurdular:
(Acaba Ebu Cehil ne oldu, kim bir bakar?)

Gidip aradıysa da, Eshabdan bazı zevat,
Kâfiri, cenk yerinde bulamadılar fakat.

Abdullah bin Mes’ud da, onun ne olduğunu,
Öğrenmeye gitti ve yaralı buldu onu.

(Ebu Cehil sen misin?) diyerek sordu ona.
Sonra, bir ayağını bastı habis boynuna.

Sakalından çekerek, eyledi şöyle tahkir:
(Ey Allah’ın düşmanı, oldun mu hor ve hakir?)

Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Sen ne dersin?
Niçin hakir olayım, Allah seni hor etsin.

Sen ey koyun çobanı, pek sarptır çıktığın yer.
Sen bana haber ver ki, kimdedir bugün zafer?)

İbni Mes'ud dedi ki: (Bu gün muzafferiyet,
Allah ve Resulünün tarafındadır elbet.)

Başından çıkarırken habisin miğferini,
Dedi: (Ey Ebu Cehil, öldüreceğim seni.)

Ebu Cehil, cevaben dedi ki: (Şu bir gerçek,
Senin beni öldürmen, bana çok güç gelecek.

Hiç olmazsa boynumu, şu göğsüme yakın kes.
Ki, ölünce başımı, heybetli görsün herkes.)

Gösterdi ölürken de kibir ve gururunu.
İbni Mes'ud, tutarak o habisin boynunu,

Kesmek istediyse de başını o kâfirin,
Kendi kılıcı ile kesemedi ve lakin.

Sonra Ebu Cehil’in kılıcını alarak,
Onun kılıcı ile başını kesti ancak.

Daha sonra, kâfirin zırhıyla silahını,
Çelik miğferi ile, alıp kesik başını,

Getirip koyuverdi o Serverin önüne.
Ve şöyle arz eyledi Allah’ın Resulüne:

(Anam babam fedadır sana ya Resulallah!
Bu baş, Allah düşmanı Ebu Cehl’indir vallah.)

Peygamber efendimiz, buna çok sevindiler.
Eshabla, ölüsünün yakınına gittiler.

Buyurdu ki: (Allah’a hamd olsun ki ey kâfir!
O, bugün kıldı seni, böyle zelil ve hakir.

Ey Allah’ın düşmanı, şu gerçek ki esasen,
Elbette bu ümmetin Firavunu idin sen.)



Ölüler işitirler mi?

Resulullah, sardırıp yaralı gazileri.
Sonra, tesbit ettirdi şehid olan erleri.

Muhacir ve Ensardan, cem'an ondört mücahid,
Din-i islam uğrunda, oldular o gün şehid.

Küffârdan yetmiş kişi lakin öldürülmüştü.
Hatta yetmiş kişi de yine esir düşmüştü.

Cenaze namazları kılınıp şehidlerin,
Sonra, kabirlerine edildi bir bir defin.

Müşrik ölülerinden, yirmidört tanesini,
Kör bir kuyu içine doldurdular hepsini.

Diğerlerini ise, bir çukura atarak,
Sonra, üzerlerine attılar taş ve toprak.

Şerefli Eshabiyle, üç gün sonra o Server,
O çukurun başına geldiler hep beraber.

O azgın müşriklerin adlarını tek be tek,
Hatta babalarının ismiyle söyleyerek,

(Ey Ümeyye bin Halef, ey Utbe bin Rebia!
Ey Ebu Cehl bin Hişam!) 
diyerek etti nida.

(Siz, Peygamberinize karşı ne mütecaviz,
Ve Ona eza eden, ne kötü kavimdiniz.

Sizler yalanladınız benim nübüvvetimi.
Başkaları inanıp, tasdik etti dinimi.

Siz beni, zor kullanıp çıkardınız şehrimden.
Başkaları, bağrına bastılar beni hemen.

Siz, kıtal eylediniz benim ile ruz-ü şeb.
Başkalarıysa bana, yardım eylediler hep.

Ben, kavuştum Rabbimin vaad ettiği zafere.
Siz de kavuştunuz mu azap ve elemlere?)

Böyle hitab edince o Sevgili Peygamber,
Bir şeyi merak edip, sordu hazret-i Ömer.

Dedi: (Ya Resulallah, bu sözleri şimdi siz,
Şu ruhsuz leşlere mi acaba söylersiniz?)

Peygamber efendimiz, buyurdu ki: (Ya Ömer!
O Allah ki, gönderdi beni hak bir Peygamber.

O Allah hakkı için diyorum ki, beni siz,
Onlardan daha fazla duyucu değilsiniz.)

Velhasıl o müşrikler, kurtarıp canlarını,
Kaçarken, bırakmıştı bilcümle mallarını.

Hepsi, Müslümanların geçmiş oldu eline.
Pay etti Resulullah, onu gazilerine.

Bedir’deki zaferi, o Sevgili Peygamber,
Hemen Medine’ye de istedi etsin haber.

Abdullah bin Revaha ve Zeyd bin Harise’yi,
Gönderdi ki, acilen versinler bu müjdeyi.

İkisi, ayrı yerden Medine’ye girdiler.
Kapı kapı dolaşıp, zaferi bildirdiler.

Abdullah bin Revaha, şairiydi Resulün.
Şöyle bildiriyordu müjdeyi halka o gün:

(Ey Ensar müjde, müjde, sevinin herbiriniz.
Sağ ve selamettedir Peygamber efendimiz.

Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler.
Var hem de içlerinde çok şöhretli kişiler.

Hem Rebia ve Haccac oğulları, bittamam,
Öldürüldü Bedir’de, Ebu Cehl Amr bin Hişam.)
 


Esirlere iyi bakın!

Kureyş kâfirlerine, o Sevgili Peygamber,
Savaşı müteakip gönderdiler ki haber:

(Kurtulmalık fidyesi ödemek şartı ile,
Götürebilirsiniz esirleri Mekke’ye.)

Yalnız Resulullaha çok eza cefa eden,
Nadr bin Haris’in boynu, vuruldu o gün hemen.

Bir de, Resulullahın, hicretten daha önce,
Beytullahta, namaza durduğunu görünce,

Bekleyip o Serverin secdeye indiğini,
Sonra, alıp ölmüş bir deve işkembesini,

Mübarek arkasına koyan alçak ve bedbaht,
Bir kâfir var idi ki Ukbe bin Ebi Muayt,

Bu habisin boynu da vuruldu o gün yine.
O zaman Resulullah, hamd eyledi Rabbine.

Sonra, onun leşinin yakınına gelerek,
Şöyle hitab eyledi hem de yemin ederek:

(Allah’ı, Resulü ve Kur'anı inkâr eden,
Senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum ben.)

Esirler, sahipleri gelip alana kadar,
Sahabe-i kiramın yanlarında kaldılar.

Peygamber-i zişânın emriyle, uzun süre,
Çok iyi muamele yapıldı esirlere.

Onlardan bir tanesi, anlatıyor ki bizzat:
(Esir olduğum evde, huzurluydum ve rahat.

Şefkatle muamele ediyorlardı bana.
Beni de alırlardı her gün sofralarına.

Ekmek az olsa idi, bana veriyorlardı.
Kendileri, ekmeksiz, sırf hurma yiyorlardı.)

Başka bir esir dahi anlatır şöyle aynen:
(Müslümanlar, Bedir'den Medine’ye dönerken,

Kendi hayvanlarına bindirdiler bizleri.
Onlar, yaya olarak yürüdü kendileri.)

Bedir musibetini duyunca Mekkeliler,
Bir anda şok geçirip, şaşkın hale geldiler.

Hiç beklemedikleri, akıllardan geçmeyen,
Bir netice var idi orta yerde gerçekten.

İlk haberi getiren kimseye, bundan sebep,
İnanmadı kâfirler ve hatta Ebu Leheb.

Sonra Ebu Süfyan da, onu müteakiben,
Gelince, Ebu Leheb ona da sordu hemen:

(Ey kardeşimin oğlu, hele anlat bakalım.
Nasıl oldu, bu işi almadı benim aklım.)

O dedi ki: (Hiç sorma, şuna emin olunuz.
Bağlandı sanki bizim ellerimiz, kolumuz.

İstedikleri gibi davrandı bize onlar.
Çoğumuzu öldürüp, çok da esir aldılar.

Ben, Kureyşten kimseyi kınamıyorum fakat,
Ellerinden geleni yaptılar çünkü kat kat.

Lakin biz o sırada, beyaz atlara binmiş,
Yerle gök arasında, hem de beyaz giyinmiş,

Bazı kimseler ile karşılaştık ki o gün,
Onlara karşı koymak, değildi asla mümkün.

Görüp tanıdığımız kimseler değildiler.
Çok kalabalıklardı, pek de kuvvetliydiler.)




O altınlar ne oldu?

Alınan esirleri, Resulullah hemence,
Pay etti Eshabına, Medine’ye dönünce.

Yine emir verdi ki, Eshaba daha sonra,
İyi muamelede bulunsunlar onlara.

Esirler hakkında bir, vahiy olmadığından,
İstişare eyledi, Eshabiyle o zaman.

Müşavere sonunda, verdi ki şöyle karar:
Fidye karşılığında, onları bırakalar.

Mal varlığına göre, sonra her bir esirin,
Verecekleri fidye, oldu tesbit ve tayin.

Lakin malı, parası olmayan esir varsa,
Fakat o, okumayı, yazmayı biliyorsa,

On kişiye, okuma yazma öğretecekti.
Böylece serbest olup, kurtulabilecekti.

Esirler arasında ve lakin o Resulün,
Amcası Abbas dahi, bulunuyordu o gün.

Buyurdu ki: (Ya Abbas, kendin ile Ukayl'in,
Fidyesini öde ki, iyidir senin halin.)

Dedi: (Ya Resulallah, ben müminim bir kere.
Kureyş, beni zor ile getirdiler Bedir'e.)

Buyurdu: (Allah bilir iman eylediğini.
Doğruysa, Hak teâlâ, verir onun ecrini.

Ve lakin görünüşte, aleyhimizdesin sen.
Kurtuluş fidyesini, vermelisin bu yüzden.)

Dedi: (Ya Resulallah, hiç malım yok ki benim.
İstediğin fidyeyi, ben nereden vereyim?

Evet, sekizyüz dirhem, elimde vardı yalnız.
Ganimet malı diye, onu da siz aldınız.)

Buyurdu ki: (Ya Abbas, bana böyle diyorsun.
Peki o altınları, niçin söylemiyorsun?)

Abbas hayret içinde, dedi: (Hangi altınlar?)
Peygamber efendimiz, buyurdular ki tekrar:

(Hani sen ayrılırken, Mekke'den Bedir için,
Hanımın Ümmül Fadl'a, onları vermiş idin.

O zaman yanınızda, kimse yoktu odada.
Altınları verirken, dedin ki o arada:

Bu seferde, başıma ne gelecek, bilemem.
Bir felaket olur da, geriye dönemezsem,

Şu kadarı senindir, şu kadarı da Fadl'ın.
Bunlar da Ubeydullah, Kusem ve Abdullah'ın.

İşte ona verdiğin, o altınlar ne oldu?)
Diye sual edince, Abbas'ın rengi soldu.

Dedi ki: (Ya Muhammed, yemin ederim ki ben,
O gün o altınları, hanımıma verirken,

Yanımızda hiç kimse, yok idi asla o gün.
Sen, bunları nereden ve nasıl biliyorsun?)

(Hak teâlâ bildirdi) deyince Resulullah,
Dedi ki: (Öyle ise, hak Peygambersin vallah.

Şehadet ederim ki, Allah’ın Resulüsün.)
Ve şehadet getirip, Müslüman oldu o gün.

Resulullah, Mekke'de vazife verdi ona.
Göz kulak olacaktı, müminlere orada.

Hem de olup biteni, hemen öğrenecekti.
Ondan, Resulullahı haberdar edecekti.




Şehid ise gam değil

Zeyd bin Harise ile Abdullah bin Revaha,
Müjdeyi getirdiler dönmeden Resul daha.

İnanamıyorlardı bazı Eshab-ı güzin.
Diyorlardı: (Sahi mi, gerçek mi bu dediğin?)

Derlerdi ki: (Elbette, bu, gerçektir vallahi.
Yarın teşrif ederler Peygamberimiz dahi.)

Sahabe, bu habere çok sevindiler, fakat,
O gün Rukayye hatun etmişti hem de vefat.

Sevgili kızı idi, bu hatun o Serverin.
Namazı kılınarak, aynı gün oldu defin.

Bu üzüntü üstüne, duyunca bu haberi,
Ferahladı Eshabın mahzun olan kalbleri.

Peygamber efendimiz, Eshabiyle beraber,
Zafer için, Allah’a hamd ve şükreylediler.

Sonra da, esirleri yanlarına alarak,
Medine’ye döndüler, Bedir’den ayrılarak.

O zaman Medine’de kalan vazifeliler,
Kadın, çocuk ve yaşlı, bilcümle sahabiler,

Bedir’in müjdesiyle şad olarak o günü,
İstikbale çıktılar, Allah’ın Resulünü.

Harise’nin annesi, Rebi hatun da o gün,
Gelmiş ve bekliyordu teşrifini Resulün.

Lakin oğlu Harise, harpte şehid olmuştu.
Şehadet haberini bu hatun da duymuştu.

Derdi ki: (Dönmedikçe gazadan Resulullah,
Oğlum Harise için ağlamam şimdi vallah.

Dönünce, o Servere, önce sual ederim.
Harise şehid midir, Cennette midir derim.

Eğer O, Cennettedir buyurur ise, ne gam.
O zaman oğlum için, sabreder, hiç ağlamam.

Şayet Cehennemdeyse, işte bu, beni yakar.
Ağlarım, gözlerimden kan gelinceye kadar.)

Resulullah, az sonra gazadan döndü geri.
Harise’nin annesi, hemen vardı ileri.

Dedi: (Ya Resulallah, evladım Harise'nin,
Kalbimdeki sevgisi, malumundur hem senin.

Şehid olup, Cennete girmiş midir Harise?
Asla ağlamayayım eğer hal böyle ise.

Yok, Cennette değilse, bunu ben öğreneyim.
Ağlayıp, gözlerimden kanlı yaşlar dökeyim.)

Peygamber efendimiz, bu hatunun haline,
Acıyıp, bir cevapla sürur verdi kalbine.

Şöyle buyurdular ki ona Nebiyyi zişân:
(Bir değil, birden fazla Cennettedir o şu an.)

Hatun dedi: (Madem ki Cennettedir Harise,
Onun için, üzülüp ağlamam öyle ise.)

Kâinatın sultanı, bir kaptan su alarak,
Parmağını, o suya daldırıp çıkararak,

İçirdi o hatuna o sudan bizatihi,
İçirdi daha sonra, kız kardeşine dahi.

Resulullah ayrıca, bu sudan alıp yine,
Sürdü o ikisinin hem baş ve yüzlerine.

O günden itibaren, o hatunla kızının,
Yüzleri nurlu oldu, ömürleri de uzun.





İşte onlar meleklerdi!

Ebu Süfyan, Mekke’ye geldiğinde Bedir'den,
Kureyşliler, başına üşüştüler hep birden.

Büyük merak içinde sordu ki Ebu Leheb:
(Bu hezimet doğru mu, ne oldu buna sebep?)

O dedi ki: (Sormayın, o gün öyle kimseler,
Bizimle savaştı ki, tanıdık değildiler.

Beyaz atlara binmiş, beyaz giymişlerdi hep.
Biz de anlayamadık, kim idi onlar acep?)

Dinleyenler içinde, vardı ki bir Müslüman,
Korkudan, imanını gizliyordu o zaman.

Bu mümin, Ebu Rafi adında birisiydi.
Hem hazret-i Abbas’ın o zaman kölesiydi.

O da, Ebu Süfyan’dan bunları dinleyince,
Mümin olduğu için, memnun oldu bir nice.

Sevincinden, her şeyi birden unutuverdi.
Dedi ki: (İşte onlar, vallahi meleklerdi!)

O zaman Ebu Leheb, çok kızdı bu sözlere.
Onu tokatlayarak, kaldırıp çarptı yere.

Hazret-i Abbas’ın da hanımı oradaydı.
Onun bu yaptığını görüp dayanamadı.

Müslüman olmuş idi çünkü o da önceden.
Kalınca bir kütüğü alarak hemen yerden,

Vurdu Ebu Leheb’in başına şiddetlice.
Kafası yarılarak, kanlar aktı bir nice.

Adı Ümmül Fadl idi, dedi: (Ya Eba Leheb!
Kimsesi yok diye mi döversin onu acep?

Güçsüz gördün diye mi yaptın bu hareketi?)
Deyip, Ebu Leheb'e hakaretler eyledi.

O, hiç cevap vermeden, hem kanları akarak,
Dönüp gitti evine, hor ve hakir olarak.

Yedi gün, dışarıya çıkmadı evden artık.
Sonra, ona Rabbimiz verdi ki bir hastalık,

Kara kızıl derlerdi bu derde o zaman halk.
Öldü bu hastalıktan sonra zelil olarak.

Onu defnetmediler oğulları üç gece.
Ve kokmaya başladı beklemekten öylece.

Yanına yaklaşılmaz bir hale geldi hepten.
Uzak duruyorlardı insanlar bu sebepten.

Çünkü son zamanlarda, çok iğrenç bir hal aldı.
Hatta oğulları da, ona yaklaşamadı.

Kureyşlilerden biri, buna sabrı taşarak,
Onun oğullarını yanına çağırarak,

Dedi ki: (Yazık size, utanmıyor musunuz?
Ne için babanızı hemen gömmüyorsunuz?

Onu, bu hali ile koydunuz, koktu bakın.
Bari ücra bir yere götürüp onu atın.)

Oğulları dedi ki: (Söylediğin hakikat.
Onun hastalığından korkuyoruz biz fakat.)

Dedi: (Hele siz gidin, ben dahi geleceğim.
Bu hususta sizlere, ben yardım edeceğim.)

Leşi evden çıkarıp, bir yere bıraktılar.
Ve uzaktan, üstüne taş ve toprak attılar.

Böylece, ebediyen azap ve elem dolu,
O Cehennem çukuru kabrine girmiş oldu.



Ayakları parçalandı

Esirler arasında var idi ki bir kişi,
O, Halid bin Velid’in öz be öz kardeşiydi.

Gerçi o vakitlerde, Halid ibni Velid de,
Henüz erememişti iman ile tevhide.

İşte Halid bin Velid, kardeşi bu Velid’i,
Kurtarmak gayesiyle Medine’ye geldiydi.

Lakin ondan, kurtuluş fidyesi istediler.
(Onu ödemedikçe bırakmayız) dediler.

O da, Resulullaha (Paramız yok) deyince,
O Server, şu teklifi yaptı ona hemence:

(Babanızın zırhını, kılıç ve miğferini,
Ver de, karşılığında kurtar biraderini.)

Halid, bu istenilen fidyeyi verdi hemen.
Ve kardeşini alıp, çıktılar Medine’den.

Mekke’ye varmak için, yürüdüler ileri.
Ve lakin az gidince, kardeşi döndü geri.

Ve doğruca gelerek Peygamber-i zişâna,
Şehadeti getirip, o gün geldi imana.

Tekrardan yola çıkıp, Mekke’ye vasıl oldu.
Onu, Halid bin Velid görünce şöyle sordu:

(Müslüman olacaktın ey Velid madem ki sen,
Bari önce olsaydın, fidyeyi ödemeden.

Baba hatırasını elimizden çıkarttın.
Buna sebep ne idi, ne için böyle yaptın?)

Dedi ki: (Kureyşliler, derlerdi ki o vakit:
Esaretten korktu da, Müslüman oldu Velid.)

Halid, sinirlenerek o zaman kardeşine,
Hapsetti onu hemen, bir hücrenin içine.

O hücrede İyaş ve Seleme adlarında,
İki Müslüman daha kalırdı aynı anda.

Bir fırsatını bulup, Velid kaçtı o yerden.
Yine Resulullahın yanına vardı hemen.

Resulullah, İyaş ve Seleme’yi sordular.
Dedi: (Onlar, şiddetli işkence çekiyorlar.)

Resulullah üzülüp, buyurdu ki Eshaba:
(Bu iki Müslümanı kim kurtarır acaba?)

Velid öne atılıp, dedi ki: (Ben gideyim.
Size, o ikisini kurtarıp getireyim.)

Tekrar geldi Mekke’ye ve gizledi kendini.
Sonra, o müminlerin öğrendi yerlerini.

Tavansız bir odada, hapislerdi o vakit.
Düşündü: Bu iş için, gece daha müsait.

Ölümü göze alıp, gece olunca hemen,
Duvardan içeriye atladı ses etmeden.

İplerini çözerek, bindirdi devesine.
Devenin yularını, aldı kendi eline.

Resule varmak için, yaya ve yalın ayak,
Gizlice düştü yola, Mekke’den ayrılarak.

Çöllerin kavurucu sıcağında, böylece,
Yalın ayak ve yaya, gitti üç gün, üç gece.

Lakin çöl sıcağına, o hiç aldırmıyordu.
Onu, Resulün aşkı, firakı yakıyordu.

Parçalanıp kanadı ayakları begayet.
Gelip, Resulullaha kavuştu en nihayet.



Zehirli kılıç

Umeyr ibni Veheb ki, cahiliye devrinde,
Küffâr tarafındaydı, meşhur Bedir harbinde.

Bir oğlu esir olup, firar etti kendisi.
Bu hususta Safvan’la, konuştular ikisi.

Safvan dedi: (Ya Umeyr, Bedir'den sonra bana,
Yaşamanın bir tadı, kalmadı benden yana.)

Umeyr dedi: (Vallahi, bu sözün tam yerinde.
Oğlum hâlâ esirdir, Müslümanlar elinde.

Eğer borcum olmasa, düşünmesem maişet,
Onun intikamını, alırdım gidip elbet.)

Safvan dedi: (Ya Umeyr, maişet ve borcunu.
Üstüme alıyorum, hiç düşünme sen bunu.

Bu hususta yapacak bir şeyin varsa şayet,
Hiç durma, Medine'ye şimdi eyle hareket.)

Umeyr memnun olmuştu, kalktı hemen yerinden.
Dedi: (Kurtulamazlar, artık benim elimden!)

İntikam hırsı ile, duramazdı yerinde.
Lakin bilmez idi ki, ne yazar kaderinde?

Esir aldığı için, müminler evladını,
Almaya gidecekti, onun intikamını.

Kılıcını sıyırıp, zehirledi iyice.
Eteğinin altına, yerleştirdi gizlice.

Binerek devesine, daha sonra pür hiddet,
Medine beldesine, ulaştı en nihayet.

Tam mescidin önünde, inerdi ki deveden,
Hazret-i Ömer görüp, tanıdı onu hemen.

Üstün firasetiyle, tanıyıp kendisini,
Tahmin etti kötü bir niyetle geldiğini,

Hiçbir şey söylemedi kendisi lakin ona.
Yanına yaklaşarak, giriverdi koluna.

Hazret-i Ömer ile, Eshabdan diğerleri,
Resulün huzuruna, çıkardılar Umeyr’i.

Ona sual etti ki, şanı büyük Peygamber:
(Mekke'den Medine'ye, niçin geldin ya Umeyr?)

Dedi ki: (Ya Muhammed, geldim ki Medine'ye,
Oğlumu bağışlarsan, götüreyim Mekke'ye.)

Buyurdu: (Eteğinin altında gizlediğin,
O zehirli kılıcı, peki niye getirdin?

Sonra sen Safvan ile, Mekke'de bir konuda,
Nasıl anlaşmıştınız, beyan eyle onu da.)

Umeyr çok şaşırmıştı, başı düştü önüne.
Hidayet ışıkları, doluyordu gönlüne.

Ne konuştular ise Safvan'la, teker teker,
Bütün tafsilatiyle, söyleyince o Server,

Mahcubiyet içinde, değişti hali birden.
Dedi: (Hak Peygambersin, iman ettim şimdi ben.)

O anda getirerek, Kelime-i şehadet,
Resulün huzurunda, iman etti nihayet.

Ve dedi ki: (Önceden, Allah’ın Resulünün,
Dinini söndürmeye, çalışırken gün be gün,

Şimdi, aynı gayretle, İslam için, gün gece,
İhlasla çalışırım elimden geldiğince.)



 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol