Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

Âlemlerin Rahmeti

  O, herkesten üstündür
  Resulullaha uymak
  Saadete kavuşmak için
  Saadetlerin başı
  Resulullaha salevat
  O, âlemlere rahmet idi
  Budur senin ilacın
  En çok sevap Onadır
  Merhamet deryasıydı
  Bu ümmetin üstünlüğü
  Ümmetine şefkati
  Onu sevmek ibadettir
  Onun hürmetine
  Habibullahın nuru
  Salevat okumak
  İste vereyim
  Övünmüyorum
  Çok cömertti
  Kimseyi kırmazdı
  Ben hükümdar değilim
  Herkesi affederdi
  Kötülüğe iyilik ederdi
  Tevazu sahibiydi
  Vakarlı idi
  Hayâ imandandır
  Ahde vefa
  Vefakârlık örneği
  Seni inkâr etmiyoruz
  Yetim sevindirmek
  Önce selam verirdi
  Resulullahın şefkati
  Herkese aynı muamele
  Sade hayat yaşardı
  Ben de bir kulum
  Resulullahın şefaati
  Cehennemdeki müminler




O, herkesten üstündür

İslam âlimlerimiz buyurdu: Her Peygamber,
Kendi zamanlarının en üstünü idiler.

Peygamberimiz ise, farklı idi onlardan.
Zira O, her zaman ve mekandaki insandan,

Yani Adem Nebiden, kıyamet kopana dek,
Gelmiş veya gelecek kim varsa ins-ü melek,

Hepsinden, her bakımdan üstün ve kıymetlidir.
Hiç kimse, hiç bir yönden, Ondan üstün değildir.

Bu, güç bir şey değil ki, her şeye gücü yeten,
Onu, böyle şerefli yaratmıştır her şeyden.

Kimsenin gücü yoktur Onu metheylemeye.
Kimsenin iktidarı yoktur tenkit etmeye.

Hakkında, Hak teâlâ buyurdu ki mealen:
(Hiç bir şey yaratmazdım olmasaydın eğer sen.)

Hep Onda toplanmıştır iyi huy, güzel ahlak.
Zira O, âlemlere geldi rahmet olarak.

O idi insanların hem en güzel yüzlüsü.
Kırmızıyla karışık beyaz idi gül yüzü.

Gülünce, nur cemali (Ay) gibi nurlanırdı.
Sözü çok tatlı olup, gönülleri alırdı.

Aklı öyle çoktu ki, Arabistan'da gelip,
O vahşi insanların cefasına sabredip,

Güzel huyları ile, hep iyilik ederek,
Ağır cefalara tahammül göstererek,

Çoğunu yumuşatıp, getirdi itaate.
İnsanlar Onu sevip, koştular hidayete.

Hatta Onun uğrunda, mal ve evlatlarını,
Terk edip, seve seve verdiler canlarını.

Hiç de böyle şeylere değillerdi alışık.
Lakin Resulullaha olmuştu hepsi aşık.

Onun güzel huyları, afvı, sabrı, ihsanı,
Hayran bırakıyordu kendine her insanı.

Onun, hiç bir işinde, gizli veya aşikâr,
Bir çirkinlik ve kusur görülmemiştir zinhar.

Kendi için, kimseye gücenmediği halde,
Dine saldıranlara sert idi fevkalade.

Kimseden ders görmeyip, bir şey okumamışken,
Eline kalem alıp, hiç yazı yazmamışken,

Tevrat, İncil ve sair semavi kitaplarda,
Yazılan bilgileri, haber verdi ard arda.

Ve en büyük mucize olarak da nihayet,
Kur'an-ı kerim indi kendine âyet âyet.

Ve meydan okudu ki, (Çok uğraşsanız da siz,
Bir kısa âyet gibi hiç söyleyemezsiniz).

Hakikaten kâfirler, çok uğraştılar, fakat,
Hiç yetiremediler bu işe güç ve takat.

Kur'anın belagati karşısında bu sefer,
Aciz kalıp, imana geldiler birer birer.
 

Resulullaha uymak

İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliyadır.
O, bir nasihatinde şöyle buyurmaktadır:

Her iş ve her amelde, Mevlamız cümlemizi,
Dünya ve ahiretin iyisi, efendisi,

Olan Resulullaha, tam olarak ve kesin,
Uymak saadetiyle her an şereflendirsin.

Çünkü cenâb-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her işinde aynen Ona uymayı.

Ona tâbi olmanın ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya lezzetlerinden.

Mesela o Resule tâbi olan bir kimse,
Eğer gün ortasında bir miktar uyur ise,

Hiç Ona uymaksızın, geceleri çok taat,
Ve ibadet yapmaktan üstündür hem de kat kat.

Çünkü kaylule etmek, yani bir parça her gün,
Öğleden önce yatmak, âdetiydi Resulün.

Yine Resulullaha uymayı düşünerek,
Bayram günü, hiç oruç tutmayıp, yiyip içmek,

Hiç Ona uymaksızın, senelerce tutulan,
Oruçlardan, kat be kat üstündür yine bundan.

Ve mesela fakire, yine Ona uyarak,
Az birşey verilirse, eğer zekat olarak,

Dağlar kadar altını, kendi arzusu ile,
Tasadduk eylemekten üstündür yine böyle.

Bir gün hazret-i Ömer, bir sabah namazını,
Cemaatle kıldırıp, gözetti eshabını.

Lakin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filan kimse yok mudur cemaatte?)

Dediler: (Geceleri, o ibadet eder hep.
Şu anda uyuyordur belki de bundan sebep.)

Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namazını cemaatle kılsaydı.) 

Çünkü İslamiyet’e uymayan bir iş için,
Verilmez sevap ecir, içyüzü budur işin.

Eğer böyle işlere ücret hasıl olursa,
Bir iki menfaattir dünyadan olsa olsa.

Halbuki bu dünyanın tamamının kıymeti,
Nedir ki, bir kaçının olsun ehemmiyeti.

Yapacağı her işi, İslam’a uyduranlar,
Yani her harekette o Resule uyanlar,

Çok latif cevahir ve kıymetli elmaslarla,
Meşgul mücevherciler gibidirler mesela.

Bunlar, çok çalışmayıp, yorulmadığı halde,
Kazançları, herkesten olur daha ziyade.

Buna sebep şudur ki, bir iş, İslamiyet’e,
Uygunsa, sahip olur indallah bir kıymete.

Rabbimiz beğenmezse, hakir ve kıymetsizdir.
Beğenilmeyen şeye, verilir mi hiç ecir?


Saadete kavuşmak için

İmam-ı Rabbani ki, büyük veli ve âlim.
Buyurdu ki: Saadet istiyorsa eğer kim,

Muhammed Mustafa’ya uymalıdır o elbet.
Böylece ele geçer zira sonsuz saadet.

Cennet nimetlerine kavuşabilmek için,
Ona tâbi olması lazımdır her kişinin.

Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak,
Allah'ın Habibine uymakla olur ancak.

Ona uymayanların yaptığı ibadetler,
Hak teâlâ indinde bulamaz kıymet, değer.

Veliler, Onun sonsuz deryasından bir yudum,
İçip, muratlarına kavuştular bil-umum.

Velhasıl mevcut olan ne varsa kâinatta,
Hep Onun şerefine yaratılmıştır hatta.

Âlemde mevcut olan her varlık, canlı cansız,
O Resulün ruhundan feyz aldı istisnasız.

Allah'ın varlığını, O beyan eylemiştir.
Yüce Rab, Onu razı etmeyi istemiştir.

Ona ve Eshabına, binlerce selam olsun.
Gönüllerimiz Onun muhabbetiyle dolsun.

Ey sonsuz saadete kavuşmak isteyenler!
Ona tâbi olmaya çalışın, size yeter.

Bu devlete ermeye, ne varsa mani olan,
Bütün var gücünüzle kaçınınız onlardan.

O yüce Peygambere, kim ki uymaz her işte,
Her bir sözü zehirdir, hakikat budur işte.

Onu dinleyenleri, sürükler felakete.
Kimseyi düşürmesin Allah böyle afete.

Lakin görürsünüz ki, eğer bir âlim kişi,
O Resule uyarak yapıyor her bir işi.

Dikkat ve titizlikle Ona tâbi oluyor.
Hem diğerleri gibi, hiç gösteriş yapmıyor.

İşte, hakiki âlim ve Veli böyle olur.
Onlara tâbi olan, bulur rahat ve huzur.

Dünya ve ahirette felaketten kurtulmak,
Böyle din adamına uymakla olur ancak.

Çünkü o, Allah için, ihlasla yazar, söyler.
Kalbden dediği için, kalblere tesir eder.

Her kim böyle bir zatı tanır ve sever ise,
Çok büyük bir nimete kavuşmuştur o kimse.

Kendi küçük aklını, bir kenara koymalı.
Sevgi ve muhabbetle ona tâbi olmalı.

Böyle bir Evliyaya kavuşulmazsa eğer,
Onların kitabını okumak icab eder.

Dünya kazancı için konuşan ve yazandan,
Arslandan kaçar gibi kaçmalıdır her zaman.

Çünkü arslan, insanın alır yalnız canını.
Bunlar ise alırlar dinini, imanını.
 



Saadetlerin başı

İmam-ı Rabbani ki, çok büyük evliya zat. 
Bir gence mektup yazıp, eyledi çok nasihat.

Buyurdu ki: Ey yavrum, kıyamet yakın oldu.
Bid'atlerin zulmeti her tarafı doldurdu.

Bir kahraman lazım ki, yok etsin bid'atleri.
Ve çıkarsın ortaya kaybolan sünnetleri.

Onun sünnetlerinin nurları olmaz ise,
Doğruya, hidayete kavuşamaz hiç kimse.

Ona uyulmaksızın bu yolda ilerlenmez.
Allah'ın rızası ve sevgisi ele geçmez.

Saadete kavuşmak istiyorsa bir kişi,
O Resule uyarak yapmalıdır her işi.

Görünen, görünmeyen nimet ve saadetler,
O yüce Peygamberi sevmekle ele geçer.

Bu yolda yükselmenin ölçüsü, bu sevgidir.
Bu sevgi çoğaldıkça, daha çok nimet gelir.

Sevgili Habibini yarattı Hak teâlâ,
Mahlukatın hepsinden daha yüksek ve a’la.

O, ins'in en iyisi ve en sevimlisidir.
Her iyilik ve hayır, Onda cem'edilmiştir.

Sahabenin cümlesi, Ona aşık oldular.
Onun sevgisi için, ortaya baş koydular.

Nur saçan cemalini bir defa görmek hatta,
Onlar için, en büyük lezzet oldu hayatta.

Onu, her şeylerinden daha fazla sevdiler.
Hatta Onun uğrunda, can feda eylediler.

Onu sevenleri de, çok sevdiler gönülden.
Birbirlerini dahi, çok sevdiler bu yüzden.

Onun üstünlüğünü idrak edemeyenler,
Onun güzelliğini o gün göremeyenler,

Sevmek saadetine kavuşamayanlarla,
Asla uyuşamayıp, savaştılar onlarla.

Bu halis sevgi ile, o yüksek sahabiler,
Rabbin sevgisine ve rızasına erdiler.

Yükselip, insanların en üstün, en iyisi,
Ve en şereflileri oldular her birisi.

Zira dostları sevip, düşmanları sevmemek,
Bütün ibadetlerin başı ve mühimdir pek.

(Rabbimi seviyorum) diyor ise bir kimse,
Eshab-ı kiram gibi olmalı öyle ise.

Hem seven, sevdiğinin sevdiğini de sever.
Onun düşmanlarına, o da düşmanlık eder.

Bu sevgi ve düşmanlık, hiç elinde değildir.
Hatta o, bu hususta sanki deli gibidir.

Nitekim: (Bir kimseye deli denmezse eğer,
İmanı kâmil olmaz) buyurmuştur büyükler.

Her kimde, bu delilik eğer mevcut değilse,
Bu hakiki sevgiden mahrum olur o kimse. 
 


Resulullaha salevat

Bir gün hazret-i Abbas, Allah'ın Resulüne,
Dedi ki: (Bir şey sormak isterim Hazretine.

Kırk günlük idiniz ki, Ay’la söyleşirdiniz.
Siz ona, o da size acaba ne derdiniz?)

Resulullah buyurdu: (Ey amcam, o gün benim,
Bir şeyle, kuvvetlice bağlanmıştı bir elim.

Ağlayacak idim ki o acı ve ezadan,
Ay, benimle konuşup şöyle dedi o zaman:

Ağlama, gözyaşından bir damlacık toprağa,
Düşerse, yeşil bir ot bitmez olur bir daha.)

O bunu işitince Allah'ın Habibinden,
Elini, bir eline vurarak hayretinden,

Dedi ki: (Siz o zaman, henüz bebek idiniz.
Nasıl bu olanları hatırlayabildiniz?)

Buyurdu ki: (Evet ben, henüz doğmadan önce,
Olan şeyleri dahi bilirim ince ince.

Peygamberler içinde, kırk yaşına gelmeden,
Peygamber olduğunu, önceden yoktu bilen.

Yalnız İsa Peygamber, dünyaya geldiği gün,
Dedi ki: Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm.

Ey amcam, bir de senin kardeşin oğlu vardır.
Henüz doğmadan önce, bunlardan haberdardır.

İstersen biraz daha bahsedeyim bunlardan.
Mesela ben bedenen dünyaya geldiğim an,

Yani o pazartesi gecesi, cenâb-ı Hak,
Yedi gökte, yedi dağ bir anda eyledi halk.

Hem bu yerler, büyük ve geniş idi gayetle.
Doldurdu buraları görevli meleklerle.

Tesbih ve takdis ile meşguldür her bir melek.
Yoktur başka işleri, kıyamet gününe dek.

Bunların sevabını, her kim bana salevat,
Okur ise, onlara bağışlarlar her saat.)

Resulullahtan sonra, mübarek sahabiler,
Bir gün, bir diğerini görseydi biri eğer,

Derdi ki: (Gel kardeşim, biraz Efendimizden,
Bahset de, azalmasın sevgisi kalbimizden.)

Öyle severlerdi ki Sevgili Peygamberi
Can siper olmuşlardı etrafında her biri.

Onun tek bir kılına zarar gelmesin diye,
Ölüme atılırdı herbiri seve seve.

Derlerdi: (Mühim değil şu olsun, bu olmasın.
Yeter ki, Ona asla bir zarar dokunmasın.)

İslam için, her türlü güçlüğü aşa aşa,
Peşinden giderlerdi kâfirlerle savaşa.

Kendi vücudlarını yaparak birer kalkan,
Allah'ın Resulünü korurlardı düşmandan.
 


O, âlemlere rahmet idi

Yerlerde ve göklerde her ne ki olundu halk,
Resulün hürmetine yarattı cenâb-ı Hak.

Allah, (İste vereyim) buyurdu kendisine.
O, arzu eylemedi dünyalık hiç bir nesne.

Ne mülk ve saltanatı, ne makam, ne rütbeyi,
İstedi fakirlikle, bir de peygamberliği.

Bir gün ziyaret için, Cibril aleyhisselam,
Resulün huzuruna girdi ve verdi selam.

O Server, Cebrail'e buyurdu ki şöylece:
(Evimizde, bir lokma taam yoktu bu gece.)

O esnada İsrafil adındaki bir melek,
Resulün huzuruna girdi selam vererek.

Dedi: (Ya Resulallah, Cibril'e dediğini,
Hak teâlâ işitip, gönderdi şimdi beni.

İstersen altın olsun dokunduğun taş toprak.
Ve Peygamberliğini yap bir melek olarak.)

Buyurdu ki: (İstemem ne altın, ne parayı.
İsterim kul olarak Peygamberlik yapmayı.)

O, insana ve cinne ve hatta canlı, cansız,
Her mahluka, Peygamber gelmiştir istisnasız.

Hem Onun rahmetinden, herşeye nasip vardır.
Müminlere rahmeti, açık ve aşikârdır.

Kâfirlere rahmeti şöyle olur ki yine,
Hiç umumi bir azap gelmiyor üstlerine.

Bir gün konuşur iken o Server Cebrail’le,
Buyurdu: (Hak teâlâ bildirdi ki vahiyle.

Seni, rahmet olarak gönderdim âleme ben.
Sana dahi bir nasip oldu mu bu rahmetten?)


Cibril aleyhisselam arz etti ki o anda:
(Evet, rahmetinizden nasib oldu bana da.

Zira Hak teâlânın kudret ve azameti,
Karşısında, sonumdan korkudaydım ben dahi.

Vakta ki iki âyet getirmiştim ben sana.
O zaman gitti korkum, kavuştum itminana.

Çünkü o ayetlerde, benim emin olduğum,
Bildirilmiş idi ki, bu yüzden rahat oldum.

Bu meth-ü senasına kavuştum Rabbimizin.
Bundan büyük bir rahmet olur mu benim için?)

Yine Resulullahın, bilcümle enbiyadan,
Faziletli olduğu bellidir ki şunlardan,

Sair Peygamberlere inanmayan kâfirler,
Yaparlardı onlara çeşitli hakaretler.

Onların bu iftira ve hakaretlerine,
Her Peygamber, kendisi cevap verirdi yine.

Lakin Resulullaha Kureyş kâfirlerinin,
Dedikleri yalan ve iftiraları için,

Hak teâlâ, kendisi, bizzat cevap vermiştir.
Böylece Habibini müdafaa eylemiştir.



Budur senin ilacın

Allahü teâlânın Resulüdür o Server,
Onun hatırı için, her şeyi ihsan eder.

Hatim-i Esam var ki, evliya-yı kiramdan,
Resulün ravdasına gelip durdu bir zaman.

Dedi ki: (Ya ilahi, Resulünün kabrini,
Ziyarete geldim ben, eli boş koma beni.)

O esnada, gaibten duyuldu ki şu nida:
(Ey kulum, Habibimin türbesinde şu anda,

Senin ile birlikte kim varsa cemaatten,
Onun hürmeti için af eyledim tamamen.)

İmam-ı Kastalani hazretleri de yine,
Buyurdu ki: (Çekmiştim bir derdi bir kaç sene.

Doktorlar, çaresini bilmeyince bu işin,
Dua ettim Rabbime, Resulün hakkı için.

Tam o gece, rüyamda gördüm bir mübarek zat.
Elinde bir reçete tutuyordu o bizzat.

Onu bana uzatıp, dedi: Budur ilacın.
Emri ile yazıldı zira Fahr-i Cihanın.

Uyanıp, tatbik ettim o reçeteyi aynen.
Allah'ın izni ile şifa buldum tamamen.)

Kıyamette, kabirden önce O kalkacaktır.
Üzerinde Cennetten elbise olacaktır.

Ve burak adındaki bir Cennet hayvanına,
Binerek gelecektir o mahşer meydanına.

Liva-yı hamd denilen sancağı tutacaktır.
Her mümin, o sancağın altında olacaktır.

Mahşer halkı, bin sene bekleyip o meydanda,
Çok sıkılacaklardır o müthiş izdihamda.

Hesablar bir an önce başlasın diye hemen,
Yardım talep ederler bütün Peygamberlerden.

Lakin özür dileyip bilcümle peygamberler,
Hatem-ül enbiyaya onları sevk ederler.

Peygamber efendimiz, şefaat eyleyince,
Herkesin hesapları görülür ince ince.

İlk Onun ümmetinin görülür hesapları.
Ve tartılır Mizan’da günah ve sevapları.

Önce, Onun ümmeti Sıratdan geçecektir.
Ve Cennete ilk önce, bu ümmet girecektir.

O, nereye giderse mahşer karanlığında,
O yer, Onun nuruyla aydınlanır anında.

O, iki cihanın da reisi, sultanıdır.
Onu sevmek, elbette her Müslümana farzdır.

Hatta Resulullahı canından ve malından,
Daha çok sevmektedir elbette her Müslüman.

Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Allahü teâlâyı sevenler beni sever.)

O Resulü sevmenin alameti bir tektir.
O da, Onun dinine tam riayet etmektir.
 



En çok sevap Onadır

Peygamber-i zişânı, her yönden Hak teâlâ,
Diğer Peygamberlerden kıldı üstün ve a’la.

Onun ümmeti dahi, öteki ümmetlerden,
Daha faziletli ve üstündür her cihetten.

Cennetliklerin dahi üçte ikisi, yarın,
Ümmetinden olacak Server-i kâinatın.

Yine Resulullaha verilen sevap, ecir,
Diğer Peygamberlerden kat be kat ziyadedir.

Sebebine gelince, mesela bir Müslüman,
Bir ibadet, yahut da hayır yapsa ne zaman, 

O işinden ne kadar alırsa sevap, ecir,
İki misli sevap da, üstadına verilir.

Çünkü bu hayırlara, o üstadıdır sebep.
Onun öğretmesiyle yapmıştır bunları hep.

Yine bu hocasının, hocası dahi vardır.
O da bu hayırlardan, dört misli sevap alır.

Onun da bir üstadı vardır ki yetiştiren,
Ona da, sekiz misli verilir bu ecirden.

Bu sevap verilmesi, devam eder artarak.
Yukarlara çıktıkça, çoğalır katlanarak.

Peygamber-i zişâna ulaşıncaya kadar,
Öyle fazlalaşır ki bu ecir ve sevaplar,

Bunların sayıları, gelmez ölçü hesaba.
Başkası kavuşamaz bu kadar çok sevaba.

Çünkü bütün ümmetin, âlim ve evliyanın,
Mezhep imamlarıyla, Sahabe-i kiramın,

Hepsinin üstadıdır o Server-i kâinat.
Onadır her bir ecir, her dua ve salevat.

Yine her Peygamberin, ona inananları,
Kendi isimleriyle çağırırdı onları.

Resulullahı ise, ismi ile çağırmak,
Haramdır, hem yanında yüksek sesle konuşmak.

Yine Cibril-i emin, başka Peygamberlere,
Gelmiş idi sadece on ila dörtyüz kere.

Resulullaha ise, yirmiüç senede tam,
Yüzyirmidörtbin defa gelmiş idi berdevam.

Diğer Peygamberlere, hem hazret-i Cebrail,
Hep insan suretinde göründü, oldu nazil.

Resulullaha ise altıyüz kanadıyle,
İki defa göründü asıl melek haliyle.

Diğer Peygamberlere hiç böyle gelmemiştir.
Onlar, melek haliyle onu hiç görmemiştir.

Başka Peygamberlerin zevceleri hem yine,
Zararlı olmuşlardır çoğu kendilerine.

Halbuki o Serverin mübarek zevceleri,
Hep ferahlandırdılar Sevgili Peygamberi.

Hem dünya, hem ahiret işlerini yapmakta,
Ona hizmet ettiler, İslam’ı yaymakta da.
 

Merhamet deryasıydı

Peygamber efendimiz, henüz daha doğmadan,
Şiddetli kıtlık vardı Arabistan'da o an.

Vakta ki Resulullah teşrif etti dünyaya,
Kavuştu Arabistan bir bolluğa ve suya.

Ve yine Resulullah, Mekke'den Medine'ye,
Hicretinde, bir kıtlık gelmişti ki Mekke'ye,

Hiç bir şey bulamadı yemeğe Mekkeliler.
Hatta çaresizlikten kedi köpek yediler.

Medine'ye gönderip derhal Ebu Süfyan’ı,
Yalvardılar Resulün dua buyurmasını.

O merhamet deryası, vakta ki etti dua,
O kıtlık sona erip, halk kavuştu bolluğa.

Halbuki o kâfirler, düşmandı kendisine.
Ama merhametinden, dua etti O yine. 

O Resulün hayatı rahmet olduğu gibi,
Vefatından sonra da rahmettir O tabii.

Buyurdu ki: (Hayatım rahmetse nasıl size,
Benim mematım dahi, rahmettir hepinize.

Zira dünyada iken, her bir müşkilinizi,
Çözer ve gideririm her türlü şüphenizi.

Vefatımdan sonra da, haftada iki defa,
Bana, amelleriniz arz edilir orada.

İyi işlerinizi görünce sevinirim.
Günahınız için de, Rabbimden af dilerim.)

Yine Fahr-i âlemin diğer Peygamberlerden,
Bir çok faziletleri vardır ki şu yönlerden,

Her Peygamberin dini, vefatlarından sonra,
Doğru ulaşamadı sonraki insanlara.

Yani kısa bir zaman içinde bozuldular.
Bir müddet sonra ise, tamamen yok oldular.

Resulün getirdiği bu İslam dini ise,
Bozulmadan, taptaze geldi tâ günümüze.

Yine bizden sonra da, tâ kıyamete kadar,
Bozulmadan, sapsağlam devam eder bu karar.

Yine Resulullahın, diğer Peygamberlerden,
Faziletli olduğu belli ki şu yönlerden,

Her Peygamber, istedi rızasını Rabbinin.
Allah da, rızasını istedi Habibinin.

Her Nebi, yemin etti Allah'ın ismi ile.
Allah da yemin etti, Habibinin ismiyle.

Yine Musa Peygamber, tabiaten, doğuştan,
Gadaplı, sert mizaçlı bir kişi olduğundan,

Hak teâlâ, hazret-i Musa ile Harun’a,
Buyurdu ki: (Yumuşak söyleyin Firavun'a!)

Resulullahı ise, farklı olarak bundan,
Son derece yumuşak yaratmış olduğundan,

İslam’ı tebliğinde Sevgili Habibine,
Buyurdu ki: (Sert söyle Kureyş kâfirlerine!)



Bu ümmetin üstünlüğü

Peygamber efendimiz, o kıyamet gününde,
Gelip durur günahkâr ümmetinin önünde.

O an Hak teâlâdan şöyle bir nida gelir:
(Habibim, ümmetini al ve hesaba getir.)

O zaman Eshabıyla, âlim ve velileri,
İleri sürer hemen, şehid ve salihleri.

Rabbimizden bir nida gelir ki: (Ya Muhammed!
Ümmetinin tamamı bunlardan mı ibaret?

Mutileri getirdin, hani nerde asiler?
Âlimleri getirdin, peki nerde zalimler?

Sen, namaz kılanları getirdin buraya hep.
Peki kılmayanları nerdedir şimdi acep?)

Arz eder ki: (Ya Rabbi, buyurduğun gibidir.
Ama onlar, yine de seni bir bilmişlerdir.

Onlar puta tapmadı, sana şirk koşmadılar.
Tevhid üzere olup, küfürden hep kaçtılar.

Bağışla suçlarını işbu imanlarına.
Layık görme onları Cehennem azabına.)

Rabbimiz buyurur ki: (Ey benim Peygamberim!
Ümmetinin hepsine, şefkatim çoktur benim.

Ümmetini, kendime eylemişim muhatap.
Onun için sorarım onlara bugün hesap.

Onlarla söyleşmeyi sevmeseydim eğer ben,
Hep Cennete koyardım, hiç hesaba çekmeden.)

Bir gün de Mikail’le Cibril aleyhisselam,
Resulullaha gelip, verdiler önce selam.

Sonra Cibril, Resulün sarılıp örtüsüne,
Sevgi ve muhabbetle öpüp sürdü yüzüne.

Sorunca Resul bunun hikmetini Cibril'den,
Mikail izin alıp, arz etti şöyle hemen:

Cebrail, gelmek için huzurunuza sizin,
Allahü teâlâdan istedi çokça izin.

Melekler, kendisine sual eylediler ki:
(Çok izin istemenin sebebi nedir peki?)

Dedi ki: (Ben aşıkım Ona can-ü gönülden.
Ve hiç duramıyorum kendisini görmeden.)

Yine Resul-i ekrem, dünya ve ahirette,
Herkes için, rahmet ve berekettir elbette.

Rahmetinden, herkesin olur istifadesi.
Hatta kâfirlere de ulaşır faidesi.

Şöyle ki, azabları verilmez dünyada pek.
Yani tehir edilir, ahiret gününe dek.

Yine bir gün bir köylü, gelip Efendimize,
Dedi: (Ya Resulallah, bir sualim var size.

Öteki ümmetlere nisbeten bu ümmetin,
Üstünlüğü nasıldır, lütfedip izah edin.)

Buyurdular ki: (Benim, diğer Peygamberlerden,
Üstünlüğüm nasılsa, öyledir bu da aynen.)




Ümmetine şefkati

Vaktiyle zengin biri, donatıp bir ziyafet,
Çok fakir bir âlimi, evine eder davet.

Âlim gelip oturur, zenginin sofrasına.
Lakin bir lokma bile alıp koymaz ağzına.

Ev sahibi üzülüp, arz eder ki: (Efendim!
Görürüm yemezsiniz, bunu ben merak ettim.)

O âlim şöyle der ki: (Evimde, şu aralar,
Birkaç zayıf ve garib ciğerparelerim var.

Aç ve susuz olarak dururken onlar evde,
Nasıl yiyebilirim bunları ben bu yerde?)

Ev sahibi, bunları âlimden öğrenerek,
Çocuklarına dahi gönderir hemen yemek.

Âlim, ancak o zaman gönül rahatlığıyle,
Zenginin sofrasında başlar yemek yemeye.

Kıyamet gününde de, Rabbimiz, bunun gibi,
Cennete davet eder o Sevgili Habibi.

Lakin girmez Cennete o Server-i kâinat.
Zira kalbi, değildir hiç müsterih ve rahat.

Ümmetinden günahı fazla olan kimseler,
Çünkü mahşer yerinde gayet zahmettedirler.

Onları düşünerek o Hüdâ’nın Habibi,
Allah’a yalvararak, arz eder ki: (Ya Rabbi!

Ya beni, onlar ile gönder Cehennemine.
Ya da sok onları da, benimle Cennetine.)

Rabbimizden bir hitab gelir ki: (Ey Habibim!
Ben, yalnız senin için Cenneti halk eyledim.

Sen o günahkârların tamamını alarak,
Girin hep Cennetime, birlikte şad olarak.)

Yine Beni İsrail zamanında bir adam,
Vardı ki, günah ile geçmişti ömrü tamam.

Uzun yıllar yaşayıp, sonra da öldü birden.
İlgilenen olmadı kötü bilindiğinden.

Sonradan birkaç kişi gelerek bir araya,
Cesedini götürüp, attılar bir sahraya.

Lakin Musa Nebiye hemence cenâb-ı Hak,
Vahyetti ki onunla alakalı olarak:

(Ya Musa, onu gidip güzel kefenleyiniz.
Namazını da kılıp, öylece defnediniz.)

Musa aleyhisselam, Rabbinin bu emrini,
Yaptı ve daha sonra sorunca hikmetini,

Buyurdu ki: (Ya Musa, o, halkın bildiğinden,
Daha günahkârdı da, af eyledim yine ben.

Çünkü o, bir zamanlar baktığında Tevrat’a,
Habibimin methini görmüştü o kitapta.

Kalbinde, Habibime muhabbet hasıl oldu.
O sahifeyi öpüp, sonra başına koydu.

Sevgili Habibime gösterdiği muhabbet,
Sebebiyle ben onu, ettim af ve mağfiret.)


Onu sevmek ibadettir

Resulün kızları ve hanımları, hep birer,
Dünya hanımlarının en üstünü idiler.

Onun Eshabı dahi, Nebiler haricinde,
En üstün kimselerdir insanların içinde. 

Yine Fahr-i âlemin yaşadığı şehirler,
Her şehirden üstün ve daha şereflidirler.

Mekke ile Medine, şehridir ki Resulün,
En üstün yerleridir bunlar da yeryüzünün.

Mescidinde bir kimse namaz kılsa bir rekat,
O namazın sevabı, yazılır ona bin kat. 

Kabr-i şerifi ile minberi arası da,
Cennet bahçelerinden bir bahçedir aslında.

Onun Ehl-i beytini ve Eshabını sevmek,
Her Müslüman olana vacibtir, sevmek gerek.

Her insanın yanında şeytan vardır bir tane.
Gayesi, doğru yoldan saptırmaktır yegane.

Kalbine, vesveseler vererek hiç durmadan,
İster ki, mahrum etsin o kulu imanından.

Vardır böyle şeytanı, hem Resulullahın da.
Lakin iman etmiştir o, Resulün yanında.

Yine her Müslümana, kabrine girdiği an,
Sual edilecektir, Resul-i kibriyadan.

Yani (Rabbin kim?) diye, sual edildiğinde,
Sorulur arkasından: (Peygamberin kim?) diye.

O Server-i kâinat vefat edeceği an,
Cibril selam getirdi Allahü teâlâdan.

Evvela haber verip vefat edeceğini,
Sıraladı sonra da, Ona müjdelerini.

Peşinden melek-ül mevt, ruhunu almak için,
Peygamber-i zişândan istedi gelip izin.

Kabz eyledi ruhunu, ancak izin alarak.
Ona, böyle talimat vermişti cenâb-ı Hak.

Mübarek vücuduna, kabrinde temas eden,
Topraklar, şereflidir dünyadaki her şeyden.

Kâbe'den, Cennetlerden, Arş-ı ala’dan hatta,
O mübarek topraklar, kıymetlidir daha da.

O, kabri şerifinde, bizim bilmediğimiz,
Bir hayatla diri ve hayattadır şüphesiz.

Dünyanın her yerinde bulunan Müslümanlar,
Peygamber-i zişâna salevat okusalar,

Vazifeli melekler, onu duyduklarında,
Gelip haber verirler o Resule anında.

Ümmetinin yaptığı amel ve ibadetler,
Yine Resulullaha verilir her gün haber.

Bunları yapanları, işledikleri saat,
O, mübarek kabrinden ayrıca görür bizzat.

Günah işleyenleri görür ise O eğer,
Üzülüp, affı için kabrinden dua eder.
 


Onun hürmetine

Enes bin Malik der ki, Eshabdan Ebu Talha,
Ziyarete gelmişti bir gün Resulullaha.

Görünce o Serverin sevinçli olduğunu,
(Sebebi nedir?) diye, Resulden sordu bunu.

Cevaben buyurdu ki: (Nasıl sevinmeyeyim.
Biraz önce Cebrail yanıma geldi benim.

Dedi: Kim sana her gün, okursa bir salevat,
Allah da, on salevat gönderir ona bizzat.

Yine o Müslümanın, siler on günahını.
Ve on ecir vererek, arttırır sevabını.)

Allah, Musa Nebiye buyurmuştur ki hem de:
(Salevat söyle her gün, Habibim Muhammed’e.

Beni İsraile de söyle ki, Ona eğer,
İman etmezler ise, Cehenneme girerler.)

Musa Nebi sordu ki: (Ya ilahi, Muhammed,
Kim ola ki, zatına yakındır böyle gayet?)

Buyurdu ki: (Ya Musa, O olmasaydı eğer,
Olmazdı gece gündüz, olmazdı yer ve gökler.

Cennet ile Cehennem ve bilcümle mahlukat,
Hep Onun hürmetine var oldu bu kâinat.)


Musa aleyhisselam dedi ki: (Ya ilahi!
Onun nübüvvetini tasdik ettim ben dahi.)

Süfyan-ı Sevri der ki: Beytullahta ben bir zat,
Gördüm ki, o Servere okurdu çok salevat.

Ben, bunun hikmetini sorunca o kimseye,
Dedi ki: (Ben babamla çıkmıştım bu sefere.

Ve lakin yolda babam, vefat etti aniden.
Ölür ölmez, yüzü de simsiyah oldu birden.

Ben buna çok üzülüp, uyumuşum o saat.
Rüyamda, yanımıza geldi bir mübarek zat.

Ve sürünce elini, pederimin yüzüne,
O siyahlık kaybolup, nur geldi üzerine.

Ben o zata sordum ki tutarak eteğinden:
(Sen kimsin ki, kurtardın babamı bu halinden?)

Buyurdu: (Bilmiyorsan, kendimi tanıtayım.
Ben, senin Peygamberin Muhammed Mustafa’yım.

Senin baban, günahkâr bir kimse idi, fakat,
Getirirdi ömründe bana çokça salevat.

Onların hürmetine imdada geldim hemen.
Ve kurtardım onu bu, düştüğü kötü halden.)

Ben dahi o esnada, o rüyadan uyandım.
Ve hemence babamın yüzünü açıp baktım.

Gördüm ki, o siyahlık kaybolmuş hakikaten.
Nurlanmış, güzelleşmiş, sevinip kalktım hemen.

Böylece o Resule salevat okumanın,
Öğrendim faydasını yaşayarak bi-hakkın.

O günden itibaren, elimden geldiğince,
Salevat okuyorum Resule gündüz gece.)




Habibullahın nuru

Hiç bir şey yaratmadan âlemde Hak teâlâ,
Habibinin nurunu halk eyledi evvela.

Ve hadis-i kudside verdi ki şöyle haber:
(Hiç bir şey yaratmazdım, olmasaydın sen eğer.)

Nitekim yer ve gökler, canlı cansız mahlukat,
Hep Onun hürmetine var oldu bu kâinat.

Yine Adem Nebi'nin kalıbına ruh ve can,
Vermek murad edince Allahü azimüşşân,

Ruh, karanlık bedeni o an hiç sevmemişti.
Bu yüzden o bedene, girmek istememişti.

O zaman buyurdu ki Cibril'e cenâb-ı Hak: 
(Habibimin nurunu, makamından alarak,

İki kaş arasına koy onu emaneten.
Ki, ruh ona bakarak, bedene girsin hemen.)

Yani nasıl avcılar, bir kuş avlamak için,
O kuşu cezbedecek yem korlar ona ilkin.

Yani tuzak kurarlar o kuşa daha önce.
Gelir girer tuzağa o kuş yemi görünce.

Ruh da, Habibullahın nuruna olup hayran,
Girdi zevk ve şevk ile, gözünün pınarından.

Canlandı Adem Nebi, ruh bedene girince.
Arş-ı a’laya baktı gözleriyle ilk önce.

(La ilahe illallah Muhammed Resulullah)
Yazısını görünce, merak etti o nagah.

Ve sordu ki: (Muhammed kimdir ki ya ilahi!
İsmin ile yan yana yazmışsın Onu dahi.)

Buyurdu: (Evladından biridir ki ya Adem!
Bir kimse yaratmadım, Ondan daha mükerrem.

Ona her kim uyarsa kullarımdan eğer ki,
Cennetime sokarım o kulu elbette ki.)

Ve hazret-i Adem'in zürriyeti, bu kere,
Belinden dışarıya çıktılar zerre zerre.

Şöyle hitab etti ki ruhlara sonra Allah:
(Benim Peygamberimdir Muhammed bin Abdullah.

Onu, ahir zamanda dünyaya gönderirim.
Mahluklarım içinde en çok Onu severim.

Ey ruhlar, şimdi bana söz verin ki hepiniz.
Ona iman eyleyip, yardım eder misiniz?)

Hepsi söz verdiler ki: (Kabul ettik ilahi!)
Buyurdu: (Öyle ise secde edin siz dahi.)

O anda bütün ruhlar, secdeye kapandılar.
Lakin secde etmedi, kâfir ve münafıklar.

Secde, Adem Nebi'ye doğru yapılıyordu.
Habibullahın nuru, alnında parlıyordu.

İslam âlimlerimiz buyurdu ki bu babta:
(Bu secde, o Nur için yapıldı o gün hatta.

Lakin ibadet için olmayıp işbu secde,
Bir tazim ve hürmeti gösterirdi sadece.)
 



Salevat okumak

Şöyle nakledilir ki: Vaktiyle bir Müslüman,
Geldi Hasan Basri’nin huzuruna bir zaman.

Dedi: (Bir kızım vardı, vefat etti bu ayda.
Dua edin, göreyim kendisini rüyada.)

İmam (Peki) diyerek, dua etti hemence.
O Müslüman, kızını rüyada gördü gece.

Ve lakin üzüntüsü daha ziyadeleşti.
Zira kızının yeri, Cehennem ve ateşti.

Azap içerisinde görünce onu böyle,
Sabahleyin, İmam'a gitti bu üzüntüyle.

Dedi ki: (Ey efendim, kızımı gördüm, fakat,
Ateş içinde idi, üzüntüm arttı kat kat.)

Ona, Hasan-ı Basri buyurdu ki o zaman:
(Hiç üzülme, inşallah kurtulacak azaptan.)

Ertesi gün, o kimse kızını gördü yine.
Azab edilmiyordu bu sefer kendisine.

Cennet nimetlerinde görünce hatta onu,
Sordu, kurtuluşuna ne sebep olduğunu.

Kız dedi: (Babacığım, bu kabristandakiler,
Çoğu da benim gibi, azap içindeydiler.

Dün, uğradı buraya lakin bir evliya zat.
Durup, Resulullaha okudu bir salevat.

Ve bunun sevabını, bütün bu kabristanda,
Bulunan mevtalara bağışladı o anda.

İşte, o salevatın hürmetine, Rabbimiz,
Affetti hepimizi, şimdi hep Cennetteyiz.)

Yine Resul-i ekrem buyurdu ki: (Bir kimse,
Her ne zaman bana bir salevat getirirse,

Hak teâlâ, bir melek halk edip ondan hemen,
Sonra şöyle buyurur o meleğe hitaben:

Bu kulum, şimdi bana okudu bir salevat.
Sen dahi bu kuluma dua eyle her saat.)

Rabbimizin bu emri üzerine, o melek,
Dua eder o kula, kıyamet gününe dek.)

Yine Peygamberimiz, buyurdu ki Eshaba:
(Bir kısım Müslümanlar çekilirler hesaba.

Sonunda, sevapları Mizan’da ağır gelir. 
Sonra bu kimselere, (Cennete girin!) denir.

Onlar, Cennete doğru yola düşerlerse de,
Şaşırırlar Cennetin yolunu az ilerde.)

Eshab sual etti ki: (Ya Resulallah, bunlar, 
Kimlerdir ki, Cennetin yolunu şaşırırlar?)

Buyurdu ki: (İsmimi duyardı da bu zevat,
Lakin okumazlardı bana bir tek salevat.)

Hazret-i Ebu Bekir buyurmuştur ki yine:
(Salevat okununca Allah'ın Habibine,

Öyle temizlenir ki bundan küçük günahlar,
Su bile, hiç ateşe tesir etmez bu kadar.)


Hiç tanımıyorum ki seni

Vaktiyle bir şehirde, salih bir kimse vardı.
Lakin Resulullaha salevat okumazdı.

Bir gece, rüyasında Resulü gördü, fakat,
O Server, kendisine etmiyordu iltifat.

Dedi: (Ya Resulallah, ey Resul-i mücteba!
Böyle davranmanıza sebep nedir acaba?)

Peygamber efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Hiç tanımıyorum ki, seni ben ey Müslüman!)

O kimse ağlayarak dedi: (Ya Resulallah!
Ben, senin ümmetinden bir Müslümanım vallah.

Nasıl olur siz beni hiç tanımıyorsunuz.
Halbuki bir hadiste şöyle buyurursunuz:

Bir babanın, oğlunu tanıyıp bilmesinden,
Daha fazla tanırım ümmetin hepsini ben.

Ben dahi ümmetinden bir kimseyim vallahi.
Tanımanız lazımdı öyleyse beni dahi.)

Peygamber efendimiz buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin sen hiç bana, salevat getirmezsin.

Ben ise ümmetimi, bana okudukları,
Salevat miktarınca tanıyorum onları.)

O esnada uykudan uyandı o Müslüman.
Ve yaptığı hatayı idrak etti o zaman.

O günden itibaren, her gün, belli bir miktar,
Salevat okudu hep, tâ ölünceye kadar.

Bir kaç gün olmuştu ki göreli bu rüyayı,
Bir gece, gördü yine, Resul-i kibriyayı.

Bu sefer muhabbetle bakıyordu yüzüne.
(Seni şimdi tanıdım) buyurdu kendisine.


Benden çok selam söyle

Bir gün de, gayet fakir bir kimsenin, bir ara,
İhtiyacı olmuştu beşyüz dirhem paraya.

Bir gece, Resulullah, rüyada o kimseye,
Buyurdu ki: (Git Ebül Hasan-ı Kisai'ye.

O, Nişabur halkından, gayet zengin biridir.
Her yıl, onbin fakiri, parasıyla giydirir.

Benden çok selam söyle, sen o Ebül Hasan’a.
Beşyüz dirhem parayı, söyle de versin sana.

Rüyana inanmazsa, ona de ki, her gece,
Yüz salevat okurken, dün unuttun sadece.)

Fakir, Ebül Hasan'a giderek ertesi gün,
Söyledi kendisine, selamını Resulün.

Lakin o inanmayıp, ilgi göstermeyince,
Ona, bu salevatı hatırlattı hemence.

O zaman Ebül Hasan, fırlayarak yerinden,
Secde-i şükre vardı, sürur ve sevincinden.

Dedi: (Al beşyüz dirhem, sarf eyle bir işine.
Al şu bin dirhemi de, Resulün şerefine.

Çünkü ben inandım ki, doğru imiş o rüyan.
Zira benim sırrımı eyledin bana beyan.)



İste vereyim

Peygamber efendimiz, hüzünlüydü sürekli.
Olurdu ekseriya mahzun ve düşünceli.

Ümmetinin derdini, dert etmişti kendine.
Ortaktı ümmetinin sevinç ve kederine.

Sık sık buyururdu ki: (Varsa bir derdi olan,
Özellikle, derdini bana duyuramayan,

Varsa, bildiriniz ki onları halledeyim.
Önemli vazifemdir bu işler çünkü benim.)

Peygamber efendimiz, çok şefkatliydi yine,
Kimsenin ayıbını, hiç vurmazdı yüzüne.

Çok zaman, Eshabının arasında olurdu.
Davetlerine gider, birlikte otururdu.

Onların güldüğüne, gülüyordu kendi de.
Hayret ettiklerine, şaşardı kendisi de.

Sık sık buyururdu ki: (İhtiyaçlı birini,
Görürseniz, halledin hemen onun derdini.)

Bir hadis-i şerifte buyurdu ki nitekim:
Şüphesiz benim size, pek çoktur merhametim.

Ve bana Hak teâlâ buyurdu: (Ya Muhammed!
Bir muradın var ise, onu, benden talep et.)

Dedim ki: (Ya ilahi, ben neyi isteyeyim?
İbrahim'i dost yaptın, Musa'yı ise kelim.

Verdin Süleyman'a da, bir nice servet, sâmân.
Kimseye vermediğin bir mülkü ettin ihsan.)

O zaman Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim!
Bunlardan üstün olan Kevser’i sana verdim.

Arş’ın üzerinde ve Cennet kapılarında,
Yazdım senin ismini, benimkinin yanında.

Ayrıca, yeryüzünün her tarafını yine,
Temiz ve mescit kıldım, sana ve ümmetine.

Senin, gelmiş gelecek, sildim her kusurunu.
Senden başka kimseye, yapmadım asla bunu.)

Ve yine buyurdu ki Peygamber efendimiz:
(Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm şüphesiz.

Cümle Peygamberlerin en sonuncusu benim.
İsa'nın müjdelemiş olduğu Peygamberim.)

Bir gün de buyurdu ki: (Ben, henüz küçük idim. 
Emzirilmek üzere, bir köye gönderildim.

Bir gün süt kardeşimle, koyun otlatır iken,
Beyaz giymiş üç kişi, yanıma indi gökten.

Beni, hemen sırt üstü yatırdılar o yere.
Ve kalbimi çıkarıp, ettiler iki pare.

İçinden siyah bir şey çıkardılar, attılar.
Kar gibi bir şey ile kalbimi yıkadılar.

Bir tanesi, göğsümü mühürleyince hemen.
İman ve hikmet ile doldu kalbim tamamen.

Biri dahi, göğsümü meshedince eliyle,
Yardıkları o yerden, kalmadı bir iz bile.)


Övünmüyorum

Peygamber efendimiz, Allah'ın Habibidir.
Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir.

Onun için, ne varsa iyi huy, güzel ahlak,
Sevgili Habibinde topladı cenâb-ı Hak.

Önce O kalkacaktır kabirden kıyamette.
İlk, Onun şefaati kabul olur elbette. 

Cennetin kapısını, önce O çalacaktır.
Ve kapı, kendisine hemen açılacaktır.

(Liva-i hamd) denilen sancak da yine o gün,
Elinde olacaktır mahşerde o Resulün.

Adem aleyhisselam ve bütün ehl-i islam,
O sancağın altında olacaktır o zaman.

Kendisi buyurdu ki: (Önce ve sonra gelen,
Bilcümle insanların seyyidiyim elbet ben.

Allahü teâlânın bir tek sevgilisiyim.
Bütün Peygamberlerin sonu ve reisiyim.

Bilcümle insanları yarattı Hak teâlâ.
Beni, en iyisinden getirdi bu dünyaya.

Kavimlere ayırdı insanları sonradan.
Beni, en iyisinde bulundurdu her zaman.

Ayırdı insanları sonra kabilelere.
Beni, en iyisinde bulundurdu her kere.

Sonra o kabileyi, evlere ayırarak.
Beni, en iyi evden eyledi dünyada halk.

Ben, insanlar içinde, en üstün bir kişiyim.
Kıyamette, herkese şefaat ediciyim.

O gün ben konuşurum, herkes sustuğu zaman.
Ve ben müjde veririm, ümitler bittiği an.

O gün her türlü yardım, her iyilik bendedir.
Liva-i hamd denilen sancak da elimdedir.

Ben, insanlar içinde en hayırlı kişiyim.
Herkesin en iyisi, hem de en cömerdiyim.

O gün binlerce melek, hep benim emrimdedir.
Ve o gün, her kapının anahtarı bendedir.

O gün, Peygamberlerin imamı benim bizzat.
Ve o gün, her birine, ben ederim şefaat. 

Lakin bütün bunları söylerken şimdi size,
Asla söylemiyorum, övünmek gayesiyle. 

Ben size, hakikati söylüyorum yalnızca.
Doğrusunu bildirmek, vazifemdir ayrıca.

Eğer bütün bunları etmezsem size beyan,
Vazifemi yapmamış olurum ben o zaman.)

Bilcümle insanlığın Seyyidi, Efendisi,
Allahü teâlânın Habibi, Sevgilisi,

Olan bir Peygambere inanan, iman eden,
Ve Onu çok severek, Onun yolunda giden,

Kimseler de, herkesin en iyileri olur.
Dünya ve ahirette bulur rahat ve huzur.
 


Çok cömertti

Peygamber-i zişânın bedenleri, hilkaten,
Çiçekten daha güzel kokardı hakikaten.

Elini tutsa idi mesela birisinin,
Eli, güzel kokardı o gün hep o kişinin.

Enes ibni Malik’in hanesinde, o Server,
Bir gün biraz uyuyup, bir miktar terlediler.

Enes hazretlerinin annesi, o terlerden,
Alarak, bir şişeye koyuyordu ki hemen,

Peygamber efendimiz, uyanıp gördü onu.
Sordu, bu yaptığına sebep ne olduğunu.

O şöyle arz etti ki: (Biz bunları alırız.
Sonra, esans olarak günlerce kullanırız.)

Peygamber-i zişânın üstün hasletlerinden,
Birisi de, çok cömert olmasıydı esasen.

Bir zaman Medine'ye, bir gayr-i müslim geldi.
Resul-i kibriyadan bir miktar mal istedi.

Ona, öyle çok koyun vermişti ki o Server,
İki dağ arasını doldurdu o sürüler.

Onun bu fevkalade ihsanını görünce,
İman edip, kavmine geri geldi hemence.

Ve şöyle söyledi ki: (Siz de hemen gidiniz.
O ihsan sahibine siz de iman ediniz.

Zira ben, hayatımda böyle ihsan sahibi,
Görmedim hiç bir yerde bir cömert o zat gibi.)

Yine doksan bin dirhem kıymetinde çok altın,
Getirdiler önüne bir gün Resulullahın.

Allah'ın Sevgilisi, ayağa kalkıp hemen.
Taksim etti Eshaba onları bekletmeden.

Bitirinceye kadar verdi her isteyene.
Az sonra biri gelip, istedi o da yine.

Lakin hiç kalmamıştı bir şey ona verecek.
Ona, şöyle buyurdu ayrıca üzülerek:

(Her neye ihtiyacın var ise ey kardeşim!
Git namıma satın al, ben sonradan öderim.)

Sahabeden birisi, buna şahit olunca,
Şaşırıp, huzuruna gidiverdi doğruca.

Dedi: (Ya Resulallah, gücünün yetmediği,
Şey ile, Allah seni yükümlü eylemedi.)

Fakat pek hoş gelmedi bu söz Resulullaha.
O esnada Eshabdan söz aldı biri daha.

Dedi: (Ya Resulallah, sen yine ihsan eyle.
Korkma, Allah'ın mülkü azalmaz vermek ile.)

O zaman neşelenip, buyurdu ki: (Ben zaten,
Böyle ihsan etmekle emrolundum esasen.)

Enes bin Malik der ki: (Peygamber-i ins ve cin,
Hiç bir şey saklamazdı bugünden yarın için.

Her ne zaman eline geçseydi bir şey eğer,
Anında Eshabına dağıtırdı her sefer.)
 


Kimseyi kırmazdı

Enes bin Malik der ki: (Allah'ın Sevgilisi, 
Gayet edebli idi ve gayet mütevazi.

Herhangi Müslümanla müsafeha edince,
Ayırmazdı elini, o kimse çekmeyince.

Yine çevirmedikçe yüzünü o Müslüman,
O, mübarek yüzünü çevirmez idi ondan.

Bir kimsenin yanında otursa idi yine,
Otururdu ekseri, iki diz üzerine. 

Yani o Müslümana saygılı olmak için,
Dikmezdi bacağını yanında o kişinin.)

Yine o nakleder ki: (O Resul-i kibriya,
Hasta ziyaretine giderdi ekseriya.

Cenaze arkasında, sessizce yürüyordu.
Ve çağrılan yerlere, lütfedip gidiyordu.

Sabah namazlarını, kıldırıp Fahr-i cihan,
Mescitten dışarıya çıksa idi ne zaman,

Medine çocukları, gelerek birer birer,
Su dolu kaplarını önüne getirirler,

Kendisine istirham ederlerdi ki sonra,
Mübarek parmağını daldırsın o sulara.

Kış ve soğuk olsa da, kırmazdı hiç birini.
Yerine getirirdi işbu isteklerini.

Küçük bir kız çocuğu, o Resulün elinden,
Tutup da, bir iş için götürseydi evinden,

Hemen gidip, birlikte görürdü o işini.
Küçük çocuk da olsa, çözerdi müşkilini.)

Yine Enes bin Malik anlatıyor ki: (Bir gün,
Birlikte gidiyordum yanında o Resulün.

Peygamber-i zişânın üzerinde o zaman,
Bir paltosu var idi, hem Yemen kumaşından.

Arkasından bir köylü, gelerek bir hiddetle,
Mübarek yakasından tutup çekti kuvvetle.

Paltosunun yakası, çiziverdi boynunu.
Yine de kızmadı ve azarlamadı onu.

Geriye döndüğünde, köylü, zekat malından,
Bir şey talep eyledi Habib-i kibriyadan.

Köylünün bu haline gülüverdi sadece.
Bir şey verilmesini emir verdi hemence.

Nitekim bir dişini kırdılar da Uhud’da,
Yine de bulunmadı onlara bedduada.

Buyurdu ki: (Ya Rabbi, bilmiyorlar gerçekten.
Bilseler yapmazlardı, af eyle onları sen.)

Onun bu merhameti, değildi sırf insana.
Acır, şefkat ederdi O her canlı olana.

Hayvanlara, eliyle tutarak su kabını,
Bekliyordu bir müddet içip de kanmasını.

Mesela çok koşup da, terlerse bindiği at,
Yüzünü, eli ile silerdi onun bizzat.



Ben hükümdar değilim

Peygamber efendimiz mütevazı idi pek.
Ayrıca çok heybetli ve sevimliydi gayet.

Kendisi mütevazı davranmasaydı eğer,
Rahat oturamazdı yanında hiç kimseler.

Bir gün, bir kimse geldi Allah’ın Resulüne.
Terlemeye başladı baktığında yüzüne.

Onun sıkıldığını görünce Resul hemen,
Buyurdu ki: (Sıkılma, hükümdar değilim ben.

Ben, kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum.
Herkes gibi yer içer, yorulup otururum.)

İşitince Resulün o böyle dediğini,
Korkusu zail olup, açabildi derdini.

Kapıcısı, bekçisi bulunmazdı ayrıca.
Herkes, gelip derdini anlatırdı rahatça.

Öyle hayâ sahibi idi ki Resul yine,
Konuştuğu kimsenin, bakmazdı hiç yüzüne.

Allahü teâlâdan çok fazla korkuyordu.
(En fazla korkanınız, benim) buyuruyordu.

Ve buyurur idi ki: (Benim gördüğümü, siz,
Görseydiniz, çok ağlar, gayet az gülerdiniz.)

Havada bulut görse, der idi ki derakap:
(Ya Rabbi, bu bulutu gönderme bize azap.)

Ve yine kuvvetli bir rüzgar esince dahi,
Derdi: (Bize hayırlı rüzgar ver ya ilahi!)

Gök gürleyince ise, derdi ki yalvararak:
(Ya Rabbi, azabınla eyleme bizi helak.)

O server, bu dünyaya vermedi asla gönül.
Bu faniye, zerrece eylemedi temayül.

Allah, (İste vereyim) buyurdu kendisine.
O, dünya servetini istemedi hiç yine.

Mirac'da, Cennetlere girip gezdi o kadar. 
Lakin o nimetlere etmedi tek bir nazar.

Hiç doyuncaya kadar yediği görülmedi.
Ekmeğine sirkeyi katık eder ve yerdi.

Bazan da hurma yahut, yalnız zeytinyağını,
Katık edip yiyerek, doyururdu karnını.

Hiç katıksız yer idi ekmeğini bazan da.
Zira bulamıyordu onu çoğu zaman da.

Evinde, iki üç ay, hiç yemek pişmediği,
Ve olurdu sadece, süt ve hurma yediği.

Vefat ettiği zaman, zırhı, bir yahudide,
Az arpa karşılığı bulunmuştu rehinde.

Peygamber-i zişânın, herhangi bir yemeği,
Asla görülmemiştir sevip beğenmediği.

Eve geldiği zaman, yerdi yemek var ise.
Yahut oruç tutardı, (yemek yok) denilirse.

Suyu, Besmele ile, üç yudumda içerdi.
Sonra, (Elhamdülillah) der ve dua ederdi. 


Herkesi affederdi

Bir gün hazret-i Ömer, gelerek huzuruna,
Dedi ki: (Anam babam feda olsun yoluna.

Beddua etse idin sen kavmine kızarak,
Eski kavimler gibi, olurduk biz de helak.

Zira nübüvvetini inkâr etti müşrikler.
Mekke'den hicret için, seni mecbur ettiler.

Hatta sana saldırıp, dişini kırdılar da,
Yine de bulunmadın onlara bedduada.)

Yine Peygamberimiz, bir harpten döndüğünde,
Ganimet taksimatı yapıyordu o günde.

O ara, huzuruna cahil bir köylü geldi.
(Ganimet taksiminde, adalet eyle!) dedi.

Onun bu saygısızca söylediği kelama,
Çok üzüldü ise de, kızmadı yine ama.

Ona, yumuşaklıkla şöyle cevap verdi ki:
(Ben adil davranmazsam, kim adil olur peki?

Ben Peygamber olarak, adl ile mükellefim.
Yıkılır aksi halde dünya ve ahiretim.)

Yine Peygamberimiz mücahit gazilerle,
Hayber’i fethederek dönüyorken zaferle,

Bir yahudi kadını, zehirleyip bir eti,
Yolda, Resulullaha getirip ikram etti.

Lakin Peygamberimiz, nübüvvet nuru ile,
Anladı ki: Bu kadın, bu ete yaptı hiyle.

İtiraf ettiyse de, o, zehir kattığını,
Hiç cezalandırmadı yine de o kadını.

Bu büyük merhameti görünce kadın Ondan,
Şehadeti söyleyip, imana geldi o an.

Kureyş kâfirlerinden biri de vardı yine.
Büyü yapmak istedi Allah'ın Habibine.

Ve lakin Hak teâlâ, gönderip bir vahyini,
Haberdar etti derhal, bu işten Habibini.

O kimse de suçunu ettiyse de itiraf,
Yine Peygamberimiz kendisini etti af.

Enes bin Malik dahi anlatır ki bir kere:
Resulullah, ganimet dağıtırdı askere.

O sırada bir köylü, arkasından gelerek,
Yakasına yapışıp, kuvvetlice çekerek,

Dedi: (Yüklet şu benim deveme dahi ondan.
Nasılsa vermiyorsun kendi şahsi malından.)

Peygamber efendimiz, sükut etti ilk önce.
Sonra da ona dönüp, sual etti şöylece:

(Senin şu hareketin, ne çirkindir ve kaba.
Karşılığında sana ne yaparım acaba?)

Köylü, boyun bükerek dedi ki: (Affedersin.
Çünkü sen, kötülüğe hep iyilik edersin.)

O Server gülümseyip, buyurdu ki Eshaba:
(Ganimetten buna da verin hurma ve arpa.)



Kötülüğe iyilik ederdi

Aişe hazretleri, şöyle der ki: (O Server,
Kendisine, haksızlık etseydi her kim eğer,

Görmedim hiçbirine karşılık verdiğini.
Ve asla eli ile dövmemiştir birini.)

Bir gün huzurlarına bir adam getirdiler.
Ve (Bu, sizi öldürmek istiyordu) dediler.

O kimseye bakarak buyurdu ki: (Ey insan!
Korkma, sana bir ceza vermeyeceğim şu an.)


Kureyş müşriklerinden birinin de bir zaman,
Az alacağı vardı Resul-i kibriyadan.

Ve lakin vadesine var iken henüz üç gün,
Geldi talep etmeye yanına o Resulün.

Bir kaç Eshabı ile, bir yerde otururken,
Mübarek yakasına yapışıp çekti birden.

Ve (Ey Abdülmuttalip oğulları, acep siz,
Borcunuzu, vaktinde niçin ödemezsiniz?)

Diyerek, hakarette bulundu kendisine.
Sükutu tercih etti Peygamberimiz yine.

Fakat hazret-i Ömer buna dayanamadı.
Ağır ve sert şekilde kâfiri azarladı.

Ve lakin bunu dahi, o Sevgili Peygamber,
Hiç uygun görmeyerek, buyurdu ki: (Ya Ömer!

Öyle yapacağına, deseydin ki bana sen:
Borcunu ödemede, az daha davran erken. 

Onu da, şu şekilde edebilirdin ikaz:
Alacak ister iken, insanca davran biraz!

Evet, benim şu kadar borcum var kendisine.
Lakin henüz üç gün var, o borcun vadesine.)

Yine Fahr-i kâinat, Mekke'yi fethedince,
Kureyş müşriklerini affetmişti hemence. 

Halbuki o zalimler, onlara bir zamanlar,
Yapmışlardı çok ağır işkence ve cefalar.

Bütün bunlara rağmen, ümitlilerdi yine.
Af olunacakları gelirdi kalblerine.

Zira karşılarında vardı ki kerim bir zat,
Vücudu, âlemlere rahmetti Onun bizzat.

O Server, karşısında bekleşen insanlara,
Merhamet nazarıyla biraz baktı ve sonra,

Buyurdu ki: (Ey Kureyş cemaati, şimdi siz,
Hakkınızda ne karar vereceğim dersiniz?)

Dediler ki: (İyilik bekleriz senden elbet.
Zira sen çok kerimsin, bugün sen bizi affet.)

O zaman buyurdu ki onlara Fahr-i cihan:
(Hakkınızda, kararım şudur ki benim şu an,

Asla kusurlarınız vurulmaz yüzünüze.
Ve benim tarafımdan kınamak olmaz size.

Sizin günahınızı affetsin cenâb-ı Hak.
Haydi, şimdi gidiniz hür ve serbest olarak.)
 




Tevazu sahibiydi

Peygamber efendimiz tevazu sahibiydi.
Yine bu hasleti de büyük ve emsalsizdi.

Şunu teklif etti ki kendine cenâb-ı Hak:
(Yap Peygamberliğini ister melek olarak.)

Lakin O, buna bile olmadı müteveccih.
Kul olarak Peygamber olmayı etti tercih.

Yoksul ve fakirlerle oturup kalkıyordu.
Köleler davet etse, kabul buyuruyordu.

Buyurdu ki: (İsa'yı nasıl hıristiyanlar,
Uzun uzun methedip, övüyorlarsa onlar,

Beni de, onun gibi böyle methetmeyiniz.
Bana, Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz.)

Arpa ekmeği ile, içyağından yapılan,
Basit bir yemeğe de çağrılsaydı ne zaman,

Hiç tereddüt etmeden, kabul edip giderdi.
O kimsenin gönlünü yapar, memnun ederdi.

Sırtına, çok sade bir şilte vurulmuş olan, 
Bir deve üzerinde Hacca gitti bir zaman.

Oysa fakir değildi o Sevgili Peygamber.
Memleketler fethetmiş, almıştı ganimetler.

Ve hatta bu Haccında, o Peygamber-i zişân,
Yüz besili deveyi etmişti kendi kurban.

Ancak mütevazıydı o Server-i kâinat.
Dünyalığı olsa da, etmezdi hiç iltifat.

Nitekim O, Mekke'yi fethettiği gün bile,
Ordusu, ihtişamla giriyorken şehire,

O, deve üzerinde geliyordu o zaman.
Başı öne eğikti yine tevazuundan.

Ebu Hüreyre dahi anlatır ki şöylece:
Çarşıya çıkmış idik ikimiz beraberce.

Pazardan öte beri alıp Fahr-i kâinat,
Satıcıya, parayı fazlaca verdi fakat.

Onun bu ihsanından, satıcı memnun kalıp,
Derhal öpmek istedi, ellerine kapanıp.

Lakin Peygamberimiz vermedi buna izin.
Buyurdu: (Bir sebep yok elimi öpmen için.

Çünkü ben, ne melikim ve ne de padişahım.
Ben, sizin içinizden sadece bir insanım.)

Sonra, satın aldığı o şeyleri alarak,
Başladı taşımaya oradan ayrılarak.

Ben taşımak istedim, buyurdu ki: (Her kişi,
Kendisi yapmalıdır kendine ait işi.)

O Server, emin, adil, doğru sözlü idi hem.
İtiraf etmişlerdir bunu da cümle âlem.

Hatta Peygamberlikten önce de, herkes yine,
Hep (Muhammed-ül emin) derlerdi kendisine.

İslam’dan önce dahi, her hususta yine halk,
Onun hakemliğine başvururdu muhakkak.
 



Vakarlı idi

Peygamber efendimiz, vakarlı idi gayet.
Asla tiksindirici yapmazdı bir hareket.

Eshabı arasında gelip otursa bile,
Hemen ayaklarını örterdi cübbesiyle.

Kolay anlaşılırdı sözleri o Serverin.
Yanında bulunanlar, olurdu gayet emin.

Yani Onun yanında otursaydı bir kimse,
Kalbi çok rahat olup, kapılmazdı yeise.

Eshabı, huzurunda çok edebli olarak,
Gelip otururlardı hiç kıpırdamayarak.

Hatta kuşlar, onları, birer ağaç zannedip,
Omuzları üstüne konarlardı hep gelip.

Lakin o sahabiler yine edeblerinden,
Kıpırdamıyorlardı az bile yerlerinden.

Resulullah, dünya ve dünya lezzetlerine,
Önem ve ehemmiyet vermez idi hiç yine.

Sade bir hayat yaşar, sevmezdi şatafatı.
Ve hep tercih ederdi, mütevazı hayatı.

Vefatında, az arpa kalmış idi evinde.
Zırhı da, rehindeydi bir yahudi elinde.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuşlardır:
(Bu gün, Eshabım için fakirlik hayırlıdır.

Lakin ahir zamanda gelecek ümmetimin,
Zenginliği, daha çok hayırdır onlar için.)

Kendisi, sıkıntıyla yaşamak arzulardı.
Günlerce yemek yemez, sert yatakta yatardı.

Aişe validemiz buyurur ki şöylece:
Yumuşak yatak serdik kendisine bir gece.

Sabahleyin uyanıp, kalkınca Efendimiz,
Buyurdu: (Bu yatağı bir daha sermeyiniz.

Zira bunun yüzünden, gece uyanamadım.
Teheccüd namazını kılmaktan mahrum kaldım.)

Yine Peygamberimiz çok ibadet yapardı.
Farzların haricinde, çok da namaz kılardı.

Mübarek ayakları şişene kadar hatta,
Kıyamda, namaz için duruyordu ayakta.

Dediler: (Hak teâlâ, senin gelmiş, gelecek,
Bütün günahlarını affetti, bu bir gerçek.

O halde, niçin böyle yaparsın çok ibadet?
Ve ne için kendine edersin böyle zahmet?)

Peygamber efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Rabbime şükredici kul olmayayım mı ben?)

Aişe validemiz buyurdu ki: (O Server,
Kalkıp namaz kılmaya başlayınca her sefer,

Onun mübarek göğsü, hemen hırıldıyordu.
Su fokurduyor gibi sesler duyuluyordu.)

İbni Ebi Hale de, ediyor ki rivayet:
(O, hep düşünceli ve hüzünlü idi gayet.)
 


Hayâ imandandır

Hayâ sahibi idi o Server-i kainat.
Kimseyi kırmamaya ederdi fazla dikkat.

Eğer bir Müslümanın görseydi kusurunu,
Yüzüne söyleyip de, kırmazdı asla onu.

Onun da bulunduğu mecliste, başka zaman, 
Ortaya söyler idi, asla isim anmadan.

Bir hadis-i şerifte buyurdu: (Hayâ, edep,
İnsanlara hayır ve iyilik getirir hep.)

Yine bir hadisinde, o Server-i enbiya,
Şöyle buyurdular ki: (İmandan cüz'dür hayâ.)

Eshab, Resulullahın saadethanesine,
Gelir, katılırlardı şerefli sohbetine.

Vakit ilerlese de, yine de Fahr-i cihan,
Onlara, (Kalkın gidin!) demezdi hiç bir zaman.

O, hep güler yüzlüydü Eshabına, ehline.
Sevip, yaklaştırırdı herkesi birbirine.

Sevgili Eshabını arar, ilgilenirdi.
Birini göremezse, derhal sual ederdi.

Hep iltifat ederdi yanına kim gelirse.
Kimi çok sevdiğini, bilemezdi hiç kimse.

Bir şey isteyenlere, var ise veriyordu.
Yoksa, tatlı sözlerle gönlünü alıyordu.

Herkesin derdi ile, o Resul-i mücteba,
İlgilenip olurdu, onlara müşfik baba.

Kimseyi ayıplamaz, ardından laf etmezdi.
Kimseyi de lüzumsuz, boş yere methetmezdi.

Hoşlanmadığı bir şey görürse bir kimseden,
Eğer günah değilse, gelirdi görmezlikten.

Nitekim bir âyette, mealen cenâb-ı Hak,
Buyurdu ki: (Onlara, davrandın hep yumuşak.

Onlara kaba ve sert davransaydın sen eğer,
Dağılırlar, yanında kalmazdı hiç kimseler.)

Bir kimse, ziyarete gelse kendilerini,
Verirdi o gelene, kendi minderlerini.

Ve oturması için, buyururdu işaret.
Olandan ikram edip, gösterirdi muhabbet.

Sevgili Eshabını çok sevip Fahr-i cihan, 
Şaka bile yapardı onlarla bazı zaman.

Hatta (Ebu Hüreyre) ve (Ebu Türab) diye,
Künyeler de takardı bir kısım sahabiye.

Bütün güzel ahlakın canlı timsali olan,
Resulullah, kimseyi kırmazdı hiç bir zaman.

Hiç kimsenin sözünü kesmezdi katiyetle.
Sözü bitene kadar, dinlerdi dikkat ile.

O kimse, kendi gitmek isteyinceye kadar,
Onunla sohbetini kesmezdi yine zinhar.



Ahde vefa

Peygamber efendimiz, gayet merhametliydi.
Herkesi memnun etmek, her zaman âdetiydi.

Bir gün bir köylü gelip, istedi bazı şeyler.
İstediği şeyleri verdi ona o Server.

Sonra sual etti ki o Resul-i mücteba:
(Memnun edebildim mi şimdi seni acaba?)

Köylü (Hayır) deyince, ordaki sahabiler,
Onun bu cevabına taaccüp eylediler.

Hatta öfkelendiler bu sebepten köylüye.
Nasıl Resulullaha sen hayır dersin diye.

Lakin Peygamberimiz, onu mazur görerek,
Kendisine tatlı dil, güler yüz göstererek,

Bir şeyler daha verip istediğinden onun,
Buyurdular ki: (Nasıl, oldun mu şimdi memnun?)

O, çok memnun olmuştu, dedi ki: (Allah sana,
Versin karşılığını, boğdun beni ihsana.)

Sonra Resulullaha çok dualar yaparak,
Ayrıldı çok sevinçli ve çok memnun olarak.

O zaman Resulullah buyurdu: (Ey Eshabım!
Biraz önce, sizlere ben mani olmasaydım,

Azarlayacaktınız o köylüyü muhakkak.
Ve helak olacaktı bizden uzaklaşarak.)

Yine O, Eshabına çok merhamet ederdi.
Her şeyin kolayını onlara emrederdi.

Kendi gece namazı kıldığı halde, yine,
Bunu emretmemişti hiç kendi ümmetine.

Eshabından birisi, mescitten çıkmıyordu.
Durup dinlenmeksizin hep namaz kılıyordu.

Onu böyle görünce, tutarak omuzundan,
Ayağa kaldırdı ve men etti onu bundan.

Yine bir sahabi de, her gün oruç tutardı.
Peygamber efendimiz, bunu da haber aldı.

Kendisini çağırıp, buyurdu: (Öyle yapma!
Her gün tutacağına, bir gün tut, bir gün tutma.)

Yine Peygamberimiz, mesela bir namazı,
Kılarken işitseydi bir çocuk ağlaması.

Ona merhametinden, bitirip onu çabuk,
Buyururdu: (Susturun, ağlamasın o çocuk.)

Sahabeden birisi anlatır ki şöylece:
Ben, Resulullah ile Peygamberlikten önce,

Alışveriş yapmış ve alacaklı kalmıştım.
Ödeme hususunda Onunla anlaşmıştım.

Yani buluşacaktık falan gün, falan yerde.
Ödeyecekti bana, borcunu bir seferde.

Lakin ben, o saatte başka bir işe daldım.
Unutup, üç gün sonra bu şeyi hatırladım.

Üç gün sonra, o yere koşarak gittiğimde,
Baktım, beni bekliyor konuştuğumuz yerde.
 



Vefakârlık örneği

Peygamber efendimiz vefakâr idi ki pek,
Bu da, her hali gibi bizlere oldu örnek.

Sahabe-i kiramdan Enes bin Malik der ki:
Bir hediye gelseydi o Servere eğer ki,

Buyururdu ki: (Onu, filan kadına verin.
Zira arkadaşıydı o kadın Hatice'nin.)

Hatice validemiz onu severdi diye,
Ona gönderiyordu, gelseydi bir hediye.

Nitekim Aişe-i Sıddîka da bu babta,
Diyor ki: (Hatice'ye ediyorum çok gıbta.

Çünkü Resul-i ekrem, ondan çok bahsederdi.
Onu çok sevdiğini zaman zaman söylerdi.

Ve mesela ne zaman kesilseydi bir koyun,
Akrabasına dahi gönderirdi hep onun.)

Hatta Resul-i ekrem, bütün yakınlarını,
Çok sever ve sorardı sık sık hatırlarını.

Hısım akrabasının, razıydı her birinden.
Ve hiç üstün tutmazdı birini diğerinden.

Habeşistan meliki Necaşi’den de bir gün,
Huzuruna, elçiler gelmişti o Resulün.

O elçi heyetine gösterdi çok iltifat.
Hatta hizmet edince onlara kendi bizzat,

Eshab arz ettiler ki: (Siz zahmet etmeyiniz.
Onların hizmetini bizler eda ederiz.)

Buyurdu: (Bu hizmeti siz yaparsınız, ama,
Onlar hizmet ettiler vaktiyle Eshabıma.

Ben, o hizmetlerinin karşılığı olarak,
İstiyorum onlara bir ikramda bulunmak.

Bu yüzden bizatihi ben hizmet ediyorum.
Ve hatta bu hizmetten, büyük zevk duyuyorum.)

Bir gün de Resulullah, savaş esirlerinden,
Süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı görüp hemen.

Sevinip, kendisine ikram olmak üzere,
Üstündeki örtüyü çıkarıp serdi yere.

Üzerine Şeyma’yı oturttu sonra derhal.
Ve ona buyurdu ki: (İstersen yanımda kal.

İstersen göndereyim seni memleketine.
İhtiyacın olursa, bana gel ama yine.)

Çok memnun etmiş idi Şeyma’yı bu iltifat.
Memlekete dönmeyi tercih etti o fakat.

Yine Ebu Leheb’in bir azadlı kölesi,
Ve hatta kendisinin birinci süt annesi,

Süveybe hatunun da, evine muntazaman,
Yiyecek ve giyecek gönderirdi her zaman.

O vefat edince de, sordu ki sonra hatta:
(Onun akrabasından kimse var mı hayatta?)

Onlara göndermekti bundan sonra gayesi.
Ve lakin dediler ki: (Kalmadı hiç kimsesi.) 



Seni inkâr etmiyoruz

Peygamber efendimiz, doğru ve emin idi.
Zaten meşhur lakabı, (Muhammed-ül emin)di.

Resulün baş düşmanı o Ebu Cehil bile,
İtiraf etti bunu bizzat kendi diliyle.

Zira Resulullaha, o bir gün şöyle dedi:
(Ya Muhammed, biz seni yalanlamıyoruz ki.

Doğru sözlü birisin aramızda çünkü sen.
Yalan söylediğini işitmedik katiyen.

Fakat o getirdiğin bir kitap var ya senin,
Ona inanmıyoruz, sana değil, bilesin.)

Yine Bedir cenginde, henüz savaştan önce,
Bir müşrik, Ebu Cehl’i gece yalnız görünce,

Yanına yaklaşarak, dedi: (Ya Eba Cehil!
Şurada ikimizden başkası mevcut değil.

Sana, gizli olarak bir şey sormak isterim.
Ama doğru cevap ver, çok istirham ederim.) 

Ebu Cehil kâfiri, dedi: (Haydi, sual et.
Ben, hakikat ne ise, söylerim sana elbet.)

O sordu ki: (Muhammed, doğru ve emin midir?
Yoksa aldatıcı ve yalancı biri midir?)

Ebu Cehil, o zaman dedi ki cevabında:
(O, doğru söyleyici bir kişidir aslında.)

O, bu sefer sordu ki. (Peki biz, öyle ise,
Niçin savaşıyoruz böyle bir kimse ile?)

Dedi: (Biz, kendisine bir şey söylemiyoruz.
Getirdiği o dini yalnız istemiyoruz.)

Yine henüz imana gelmeden Ebu Süfyan,
Yolu, Rum diyarına uğramıştı bir zaman.

Herakliyus öğrenip, çağırttı huzuruna.
Resulullah hakkında bir sual sordu ona.

Dedi ki: (Sizin bu gün, inkâr eylediğiniz,
Kimseyi, önceden de inkâr eder miydiniz?)

Dedi ki: (Hayır asla, Onu doğru bilirdik.
Onu, her ihtilafta, hakem tayin ederdik.

Çünkü hiç rastlamadık yalan söylediğine.
Bu yüzden inanırdık Onun her dediğine.)

Yine sahabilerden, Nadir bin Haris, gidip, 
İnkârcı müşriklerin karşısına dikilip,

Şöyle hitab etti ki: (Yazıklar olsun size!
İman etmiyorsunuz siz Peygamberinize.

Halbuki düne kadar, Ona emin derdiniz.
Her hususta, her zaman, Ona güvenirdiniz.

Herhangi ihtilafla karşılaşınca yine,
Hemen başvururdunuz Onun hakemliğine.

Şimdi O aynı şahıs, Hak’tan emir alarak,
Gelmiştir aranıza bir Peygamber olarak.

Hatta gönderilmiştir, O bilcümle cihana.
Niçin inanmazsınız şimdi aynı insana?)
 

Yetim sevindirmek

On yaşında bir çocuk, zamanı saadette,
Kaybetti babasını kâfirlerle bir harpte.

Adı Abdullah olup, çok mahzun hali vardı.
Oynayan çocuklara, bakar bakar ağlardı.

Peygamber efendimiz, geçiyorken o yerden,
Abdullah’ı gördü ve yaklaştı ona hemen.

Buyurdu: (Evladım sen, niçin oynamıyorsun?
Ve niçin bir kenara çekilmiş ağlıyorsun?)


Dedi ki: (Şehid oldu bir cenkte benim babam.
Bu yüzden onlar gibi sevinip oynayamam.)

Resulullah, şefkatle sordu ki ona yine:
(Sen kardeş olur musun Hasan ve Hüseyin'e?)

Çocuk (Evet) deyince, sordu ki sonra şunu:
(İster misin olasın Peygamberin torunu?)

Sevinip, (Çok isterim) deyince de Abdullah,
O zaman buyurdu ki yetime Resulullah:

(Ey Abdullah, öyleyse torunumsun sen benim.
Haydi gel, tut elimden, bizim eve gidelim.)

Abdullah, o Serverin bir elinden tutarak,
Yürüdü Onun ile çok sevinçli olarak.

Sevgili Peygamberin evinde çok mutluydu.
Yetimliği unutmuş, artık ağlamıyordu.

Sonra güzel bir kaftan giyinip üzerine,
Resulden izin alıp, geldi oyun yerine.

Lakin ağlamıyor ve sevinçten hopluyordu.
(Ben, Peygamberimizin torunuyum) diyordu.

Çocuklar, Abdullah'ın yanına seğirterek,
Ona şöyle dediler çok gıbta eyleyerek:

(Ey Abdullah, bizler de keşke yetim olsaydık.
Kavuştuğun şerefe biz dahi kavuşsaydık.)

Hazret-i Aişe de anlatır ki şöyle hem:
Benimle otururdu bir gece Fahr-i âlem.

Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben (Ay)a bakıyordum, O ise (Yıldızlar)a.

Resulün nur cemali, dolunaya nazaran,
Daha parlak ve nurlu göründü bana o an.

Kendimi tutamayıp, ağlamaya başladım.
Damladı nur yüzüne, iki damla gözyaşım.

O zaman buyurdu ki o Resul-i mücteba:
(Ya Aişe, ne için ağlıyorsun acaba?)

Dedim: (Ya Resulallah, Ay'a baktım ve lakin,
Ay’dan nurlu göründü, bana senin cemalin.

Senin güzelliğini görmekten mahrum olan,
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)

Allah'ın Peygamberi buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin bu hususta niçin hayret edersin?

Zira ay ve güneşin nurunu da evvela,
Bil ki, benim nurumdan yarattı Hak teâlâ).
 



Önce selam verirdi

Menbadır Resulullah bütün güzelliklere.
Gücü yetmez kimsenin Onu sena etmeye.

Çok zaman, Eshabının arasında olurdu.
Ayağını uzatmaz, diz çöküp otururdu.

Gelseydi Eshabının bulunduğu bir eve,
Geçer ve otururdu, boş gördüğü bir yere.

Bazan kendi dikerdi yırtık ve söküğünü.
Ve sağardı bazan da, koyununun sütünü.

Yem verirdi eliyle bazan da hayvanına.
Yükünü kendi taşır, vermezdi Eshabına.

Hasta ziyaretine giderdi muntazaman.
Cenazelerde dahi, bulunurdu çok zaman.

Yolda rastlasa idi eğer bir Müslümana,
Daha önce davranıp, selam verirdi ona.

Eshaba, misafire kendi hizmet ederdi.
(Bir kavmin efendisi, hizmet edendir) derdi.

Üzüntülü görünür, az söylerdi çok defa,
Konuşurken, ağzından nur çıkardı adeta.

Hiç kimsenin aybını vurmaz idi yüzüne.
Asla sert söylemezdi Sahabe-i güzine.

Bir şey istendiğinde, katiyen (Yok) demezdi.
O şey var ise verir, yoksa cevap vermezdi.

Konuşmaya başlardı hep tebessüm ederek.
Ve lakin hiç gülmezdi, kahkaha eyleyerek.

Bazan aylarca az yer, çok yemeği sevmezdi.
Tam doyuncaya kadar yediği görülmezdi.

Vücudunun kokusu, güzeldi miskten daha.
Teri dahi, çiçekten güzel kokardı hatta.

Hep önüne bakarak yürürdü süratlice.
Geçtiği, kokusundan bilinirdi hemence.

Hiç işitilmemiştir yemek beğenmediği.
Kabul edip yer idi, her yemek ve meyveyi.

Kırmızıyla karışık beyaz benizliydi hem.
Onun gibi bir güzel, hiç görmedi bu âlem.

Hep Onda toplanmıştı iyi huy, güzel ahlak.
Gönderdi Hak teâlâ Onu rahmet olarak.

Kendi için, kimseden intikam almazdı hiç.
Onu gören insanı, kaplardı neşe, sevinç.

Bir kimse Onu eğer görse idi ansızın,
Korkuya kapılırdı elinde olmaksızın.

Halbuki tevazuyla davranırdı her zaman.
Eshabının yüzüne bakmazdı hayâsından.

Aç yatıp tok kalkar ve olmazdı esnemesi.
hiç düşmezdi toprağa, vücudunun gölgesi.

İçi, hurma ağacı iplikleriyle dolan,
Deri yatak üstüne yatardı çoğu zaman.

Bazan hasır üstüne, bazan kıldan bir keçe,
Bazan kuru toprakta yatıyordu öylece.
 


Resulullahın şefkati

Allah'ın Resulüne komşu bir kadın vardı.
Gayetle fakir olup, yokluk ile yaşardı.

Bir gün, küçük kızıyla haber salıp Resule,
Giymek için, elbise istedi bu suretle.

O Server, gömleğini çıkarıp üzerinden,
O gelen çocuk ile, gönderdi ona hemen.

Namaz vakti, bu yüzden gidemedi mescide.
Eshab bunu işitip, çok üzüldü hepsi de.

Derhal hazret-i Ali giderek huzuruna,
Dedi: (Ya Resulallah, çok üzgün Eshab buna.

Yanımda, sekiz dirhem ödünç para var yalnız.
Yarısını vereyim, bir elbise alınız.)

O Server, dört dirhemi alarak hemen ondan,
Elbise almak için, çarşıya çıktı o an.

İki dirhemi ile alarak bir elbise,
Dönerken, yol üstünde gördü a’ma bir kimse. 

Hem de yoktu üstünde ne elbise, ne gömlek.
Şöyle dua ederdi gözleri görmeyerek:

(Kim bana, Allah için bir gömlek verir ise,
Allah da ona versin Cennette bir elbise.)

Aldığı elbiseyi verdi a’ma adama.
Elbiseyi eline alır almaz o a’ma,

Misk ve amberden dahi güzel koku duyarak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:

(Bu gömlek sahibinin hürmetine ilahi!
Aç benim a’ma olan iki gözümü dahi.)

Hemen açılıverdi iki gözü anında.
Baktı ki, Resulullah durmaktadır yanında.

Allah'ın Peygamberi, oradan dönüp yine,
Kalan iki dirhemle vardı pazar yerine.

Bir dirhemle elbise alıp geri dönerken,
Gördü bir kızcağızı, oturmuş ağlar iken.

Niçin ağladığını sorunca kendisine,
Arz etti kız derdini Allah'ın Resulüne.

Dedi: (Hizmetçisiyim, bir yahudi kişinin.
Bulunurum yanında, her türlü hizmet için.

Bana bir dirhem verip, şişe ve yağ al dedi,
Şişe düştü elimden, hem şişe, hem yağ gitti.)

Resul, son dirhemini verip kızın eline,
Buyurdu ki: (Onları al da götür evine.)

Kız dedi: (Çok geç oldu, burada çok eylendim.
Bu saatte gidersem, döver beni efendim.)

Buyurdu ki: (Hiç korkma, ben de gelip evine,
Seni dövmemesini söylerim efendine.)

Varıp, o yahudiyi gördü evde geç saat.
Ve (Kızı dövme!) diye, istirham etti bizzat.

Yahudi, kapısında Resulü gördüğü an,
Şehadeti söyleyip, eyledi derhal iman.
 


Herkese aynı muamele

Peygamber efendimiz mütevazı idi pek.
Kendi hizmetçisiyle oturup yerdi yemek.

Pazardan öte beri alarak kendi yine,
Torba içine koyup, götürürdü evine.

Her kimle karşılaşsa Resul aleyhisselam,
Ondan önce davranıp, verirdi kendi selam.

Hayvanına ot verir, bağlardı devesini.
Koyununu sağar ve süpürürdü evini.

Kölenin efendiyle, beyazın da siyahla.
Resulullah indinde bir farkı yoktu asla.

Her kim olursa olsun, yemeğe etse davet,
Ayırım yapmaksızın, ederdi hep icabet.

Severdi her insana iyilik eylemeyi.
Herkes ile, her zaman geçinirdi hep iyi.

Hep güler yüzlü idi Resul aleyhisselam.
Ve lakin hiç gülmezdi söylerken kendi kelam.

Daima üzüntülü görünse de o Server,
Ve lakin çatık kaşlı değildi hiç bir sefer.

Gayet heybetli idi, yine Fahr-i kâinat.
Korku hasıl etse de, kaba değildi fakat.

Yine O, cömert olup, yapıyordu çok ihsan.
Ama israf edici değildi hiç bir zaman.

Daim mübarek başı, önüne eğikti az.
Lakin ihtiyacını kimseye etmezdi arz.

Enes bin Malik der ki: Hamd olsun ki Allah'a,
On sene hizmet ettim her gün Resulullaha.

Bana, bu on senede, bir defa üf demedi.
(Bunu niçin yapmadın?) diye hitab etmedi.

En güzel huylusuydu insanların O zira.
Beni, bir gün bir yere göndermişti bir ara.

(Vallahi gitmem!) dedim, gidecektim ve lakin.
Dışarı çıktım hemen, emrini yapmak için.

Çocuklar o sokakta oynuyordu o zaman.
Yanlarından geçerken, arkama baktım bir an.

Gördüm ki, Resulullah arkadan geliyordu.
Ve hatta bana bakıp, tebessüm ediyordu.

Buyurdu ki: (Ya Enes, hemen gidiyor musun?)
Dedim: (Evet, yoluna şu canım feda olsun.)

Ebu Hüreyre der ki: Bir harpte, kâfirlere,
Beddua etmesini söyledik o Servere.

Cevaben buyurdu ki o Hatem-i enbiya:
(Ben lanet etmek için gelmedim bu dünyaya. 

Bilakis insanların, hem dünya, hem ahiret,
Saadetleri için gönderildim ben elbet.)

Nitekim buyurur ki Kitabında Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.) 

Yer ve gök, Arş ve Kürsi, kainatın cümlesi,
Hep Onun şerefine yaratılmıştır hepsi.
 


Sade hayat yaşardı

Her ne zaman söylense iyi huy, güzel ahlak,
O anda, Resulullah hatırlanır muhakkak.

Zira O, çok iyilik ve ihsanlar ederdi.
Ama kendi, yoklukla yaşamayı severdi.

O, yaşıyor idi ki hatta öyle bir hayat,
Hatırına gelmezdi yemek içmek ve rahat.

Ne vakit gelir ise, o zaman yerdi taam.
Kabul eder ve yerdi, etseler neyi ikram.

Bazan aylarca az yer, az yemeyi severdi.
Bazan orta miktarda ve bazan da çok yerdi.

Yemeklerin sonunda, su içmezdi o Server.
Suyu, oturur iken içiyordu her sefer.

Yine başkalarıyla oturup yemek yerken,
Herkesten daha sonra el çekerdi yemekten.

Hediye kabul edip o Server-i kâinat,
Karşılığında dahi, verirdi ona kat kat.

Yine Peygamberimiz, âdeti mucibince,
Çeşitli elbiseler giyerdi gereğince.

Yabancı devletlerin gelince sefirleri,
Giyerdi çok kıymetli, nefis elbiseleri.

(Muhammed Resulullah) yazardı yüzüğünde.
Onu, mühür olarak kullandı bir ömründe.

İçi, hurma ağacı ipliği dolu olan,
Deri yatak üstüne yatardı çoğu zaman.

Sağ avcunu koyarak, sağ yanağı altına,
Sağ yanı üzerine yatardı yatağına.

Hiç sadaka almaz ve zekat kabul etmezdi.
Çiğ soğan ve sarmısak gibi şeyler yemezdi.

Beşyüz yetmişbir yılı, Nisan’ın yirmisinde,
Hicri Rebi-ül evvel ayı onikisinde,

Pazartesi gecesi ve sabaha karşı hem,
Mekke’de, bu dünyaya gelmişti Fahr-i âlem.

Bu gün, Resulullahın doğduğu güzel gündür.
Müminlerin bayramı ve bir sevinç günüdür.

Göklerde ve Cennette, üstünde hem de Arş'ın,
Hep ismi yazılmıştır Peygamber-i zişânın.

Görüldü o Serverin bin adet mucizesi.
Bunları, dost ve düşman bilmektedir cümlesi,

Bunların arasında en kıymetlisi lakin,
Güzel huyları idi Allah'ın Habibinin.

Allahü teâlâ da, Habibine mahsusen,
Verdiği iyilik ve ihsanları sayarken,

Şöyle buyurmaktadır mealen bir âyette:
(En güzel ahlak üzre yaratıldın elbette.)

Hatta bir çok kimsenin hidayetine sebep,
Onun güzel ahlakı vesile olmuştur hep.

Düşmanlarına bile yapınca çok çok ihsan,
Çoğu, imana gelip, olmuşlardı Müslüman.
 




Ben de bir kulum

Peygamber efendimiz güzel tevazuundan,
Asla üstün tutmazdı kendini Eshabından.

Birisi kendisini çağırsa idi eğer,
Ona, (Efendim!) diye seslenirdi her sefer.

Bir gün Eshabı ile, çıkmışlardı bir yola.
Bir yerde, yemek için verdiler biraz mola.

Koyun kesip, pişirmek istediler o zaman.
Birisi, (Ben keserim) dedi hemen Eshabdan.

Biri aldı üstüne derisini yüzmeyi.
Aldı bir diğeri de, etini pişirmeyi.

Peygamber efendimiz buyurdu: (Ey Eshabım!
Ben dahi ateş için, çalı çırpı toplarım.)

Onlar arz ettiler ki: (İstirahat edin siz.
Odun toplanacaksa, hallederiz onu biz.)

Allah'ın Sevgilisi buyurdu: (Ey Eshabım!
İsterim ki, benim de olsun bunda sevabım.

Evet siz, her hizmeti yaparsınız muhakkak.
Ama siz iş görürken, ben istemem oturmak.)

Eshabının yanına gelse idi o Server,
Ayağa kalkmazlardı oturan sahabiler.

Zira bilirlerdi ki, böyle değil muradı.
Onu üzmemek için böyle davranırlardı.

İçeri girdiğinde, geçmezdi baş köşeye.
Girince, otururdu boş gördüğü bir yere.

Bir gün bastonu ile, çıkmış idi sokağa.
Onu yolda görenler, kalktılar hep ayağa.

Durup, o kimselere şöyle hitab ettiler:
(Benim için ayağa kalkmayın ey müminler!

Ben dahi sizin gibi bir insanım, bir kulum.
Herkes gibi yer içer, herkes gibi uyurum.)

Asla sert söylemezdi O hizmetçilerine.
Hatta yardım ederdi, onların işlerine.

Bu babta şöyle der ki Enes bin Malik dahi:
(On sene hizmet ettim Resule bizatihi.

Lakin bu on senede, hizmeti Onun bana,
Benim Ona yaptığım hizmetten çoktur daha.

Yine bu on senede, bana hiç incindiği,
Asla vaki olmadı, sert bir şey söylediği.)

Her sabah namazını kıldırıp bitirince,
Nur yüzünü Eshaba döndürerek hemence,

Onlara sorardı ki: (Hasta bir kardeşimiz,
Varsa, ziyaretine gidelim bir kaçımız.

Ve yine cenazesi var ise bir kişinin,
Yardımına gidelim o din kardeşimizin.

Aranızda bu gece, var ise rüya gören,
Anlatsın, tabirini yapalım onun hemen.)

Çocuk ve yaşlılarla latife yapıyordu.
Böylelikle onların gönlünü alıyordu.

 

Resulullahın şefaati

Mahşerin sıkıntısı olunca gayet çetin,
Şefaatçi ararlar, halk bundan halas için.

Önce Adem Nebinin varırlar huzuruna.
Bu sıkıntılarını söylerler önce ona.

Derler ki: (Ey babamız ve ey hazret-i Adem!
Sen Allah'ın Resulü, aziz ve şerifsin hem.

Halimiz pek fenadır, şefaat et ki bize,
Buyursun Hak teâlâ ne hüküm verir ise.

Artık hesabımıza başlasın ki Rabbimiz,
Zira bu sıkıntıya kalmadı takatimiz.)

Adem aleyhisselam, özür beyan ederek,
Nuh aleyhisselama buyurur onları sevk.

Bin sene müşavere ederek, sonra onlar,
Nuh aleyhisselamın huzuruna varırlar.

O da, layık görmeyip şefaate kendini,
İbrahim Peygambere söyler gitmelerini.

Onlar, yine bin sene ederek müşavere,
Giderler bu sefer de İbrahim Peygambere.

O da özür dileyip, geri çeker kendini.
Ve Musa Peygambere söyler gitmelerini.

O da özür dileyip, onlara der ki hemen:
(Talep edin siz bunu, gidip İsa Nebi'den.)

Ona gidip derler ki: (Ya İsa, bize acı!
Bu halden halas için, sen ol bize aracı.)

O da özür dileyip, buyurur ki onlara:
(Gidin siz bunun için Hatem-ül enbiyaya.

Çünkü Peygamberlerin Odur en şereflisi.
Odur Hak teâlânın en kıymetli Nebisi.

Hep Onun hürmetine var oldu bu kâinat.
Siz şimdi gidip Ondan talep edin şefaat.)

Onlar bunu duyunca, pek fazla sevinirler.
Hemen Resulullahın minberine gelirler.

Derler ki: (Elbette sen, Habibisin Allah'ın.
Habib, en iyisidir bütün vasıtaların.

Biz, hazret-i Adem’e gittikse de ilk kere,
O, havale eyledi bizi Nuh Peygambere.

Ona gidip arz ettik, bu fena halimizi.
İbrahim Peygambere gönderdi o da bizi.

Ona gidip söyledik derdimizi bu defa,
O da gönderdi bizi, Musa Kelimullaha.

Ona dahi giderek arz edince nihayet,
Dedi: İsa Nebi'den isteyin yardım, medet.

En son ona gittik ki, şefaat etsin bize,
Lakin o da gönderdi bizi Hazretinize.

Kalmadı senden başka bir kimsemiz gidecek.
Merhamet et ki bize, halimiz fecidir pek.

Dayanılmaz hal aldı artık bu azabımız.
Sen şefaat eyle ki, başlasın hesabımız.)


İste muradını

İnsanlar mahşer günü, Resullere müracaat,
Ederek, herbirinden isterler bir şefaat.

Ve lakin sevk ederler herbiri diğerine.
En son Habibullaha gelirler onlar yine.

Peygamber efendimiz buyurur: (Ey cemaat!
Rabbim izin verirse, ben ederim şefaat.)


Sonra kalkıp, izzetle Arş-ı a’laya varır.
Orada, bin senelik bir secdeye kapanır.

Rabbini, bir mükemmel eder ki hamd ve sena,
Bu, nasib olmamıştır Ondan gayri insana.

O an ehl-i mahşerin pek fenadır halleri.
Anlatmak mümkün olmaz çekilen zahmetleri.

Çoklarının dünyada sarıldıkları mallar,
O gün, boyunlarında birer halka olurlar.

Yüklendikleri şeyler, öyle ağırlaşır ki,
Boyunları üstünde büyük dağ olur sanki.

Feryat ve figanları artar ki öyle hatta,
Sanki gök gürlemesi gibi olur adeta.

(Va veylâ! Va sebura!) diye feryat ederler.
Onların feryadına, dayanmaz yer ve gökler.

Ticaret eşyasıyla, altın ve gümüşün de,
Zekatını vermeyen, çok pişmandır o günde.

Zira zekatlarını vermediği o mallar,
Koca bir yılan olup, boynuna dolanırlar.

Değirmen taşı gibi ağırlık, zahmet verir.
O kimse feryat edip, bağırır ki: (Bu nedir?)

Melekler cevap verip, derler ki: (Bu, dünyada,
Zekat vermediğiniz mallardan oldu peyda.)

Bazıları vardır ki, avret mahallerinden,
Kan, cerahat ve irin akar mütemadiyen.

Tahammülü imkansız pis kokuları vardır.
Bunlar da, zina yapan erkek ve kadınlardır.

Bir kısmının dilleri, sarkmış böğürlerine.
İftira edenlerdir bunlar da birbirine.

Velhasıl Resulullah secdedeyken, o anda,
Rabbimiz, kendisine eder şöyle bir nida:

(Ya Muhammed, başını kaldır da şefaat et.
İste muradını ki, ben edeyim icabet.)


Resulullah, başını secdeden kaldırarak,
Allahü teâlâya arz eder yalvararak:

Ve der ki: (Ya ilahi, kulların arasından,
İyi ve kötüleri ayırt et ki bu zaman,

Rezil rüsvay oldular günahıyla her biri.
Ve artık bu azaba yoktur tahammülleri.)

Şefaat muradını böyle arzettiğinde,
Derhal kabul edilir Hak teâlâ indinde.

Onun şefaatıyla, hemen Mizan kurulur.
Böylece ehl-i mahşer, izdihamdan kurtulur. 


Ümmetime ver selamet

Mahşerde Hak teâlâ, (Cehennem gelsin!) diye,
Emredince, melekler giderler getirmeye.

Derler ki: (Ey Cehennem, seninle cenâb-ı Hak,
Küffârın cezasını verecektir muhakkak.

Biz de, bu maksat ile sana geldik esasen.
Sen dahi bunun için yaratılmıştın zaten.)

Onu, yetmişbin iple çekerler kuvvetlice.
Her bir ipte, yetmiş bin halka vardır bir nice.

Her halkada, yetmiş bin vardır ki zebaniler,
Her biri, ayrı ayrı dağları devirirler.

O zaman Cehennemin öyle bir bağırması,
Olur ki hem etrafa öyle ateş saçması,

Yine öyle şiddetli gelir ki galeyana,
Yedi kat asumanı boğar siyah dumana.

Mahşere, bir senelik bir mesafe var iken,
Bir ara, meleklerin kurtulur ellerinden.

Gümbürtüsü, şiddeti olur ki öyle hatta,
Bir yıllık mesafeden duyulur Arasat'ta.

Ehl-i mahşer, bu sesi işitip çok korkarlar.
Hemen birbirlerine (Bu ne?) diye sorarlar.

Denir ki: (Meleklerden kurtulmuş da Cehennem,
Ehl-i mahşere doğru geliyormuş şimdi hem.)

Bunu duyan herkesin, çözülür dizi bağı.
Oldukları yerlere çöker hep mahşer halkı.

Hatta Peygamberler de, korkuya kapılırlar.
Çoğu, Arş-ı a’laya korkuyla sarılırlar.

(Nefsî! Nefsî!) diyerek, o zaman her Peygamber,
(Bu gün, nefsimden başka hiç bir şey istemem) der.

Yalnız Peygamberimiz, eder ki şöyle niyaz:
(Ya Rabbi, ümmetime ver selamet ve halas.)

O zaman Cehennemden çıkar ki öyle bir ses,
Korkudan, boğulmaya yüz tutar o an herkes.

Bu yüzden bitkin hale gelerek ehl-i mahşer,
Yüzleri üzerine kapaklanıp düşerler.

Hak’tan gayri kimseden bir ümit kalmadığı,
Korkudan, hiç kimsenin kımıldıyamadığı,

Bir anda, Resulullah derhal ortaya çıkar.
Cehennemi durdurup, kendine tâbi kılar.

Buyurur ki: (Dön geri hor ve hakir olarak!
Ki, gelsin sonra sana, her kim ise müstehak.)

Sakinleşir Cehennem bu ikaz üzerine.
Ve der ki: (Ya Muhammed, muntazırım emrine.)

O zaman Resulullah, Cehennemi tutarak,
Arş’ın soluna koyup, mahşerden eder ırak.

Onun bu şefkatini görünce ehl-i mahşer,
Derler ki: (Ne merhamet sahibi bir Peygamber.)

Nitekim buyurur ki Kur'anda cenâb-ı Hak:
(Gönderdik âlemlere Onu rahmet olarak.)



Cehennemdeki müminler

Mizan’da günahları ağır gelen müminler,
Topluca Cehenneme doğru sevk edilirler.

Ateşe yaklaşınca korkup çekinirler pek.
Ve haykırmak isterler (Ya Muhammed!) diyerek.

Lakin Malik’i görüp, onun azametinden, 
Peygamberin ismini unuturlar aniden.

Sorar Malik onlara: (Siz hangi kavimsiniz?)
Derler ki: (Üstlerine Kur'an inen kavimiz.)

O der ki: (Muhammed'e inmiş idi o Kur'an.)
Peygamberin ismini duyunca onlar ondan,

Hep birden haykırırlar ve derler ki: (İşte biz,
Muhammed ümmetinden günahkâr kimseleriz.)

Ve Malik'e derler ki: (Biraz izin ver bize.
Oturup ağlayalım şu feci halimize.)

Malik izin verince ağlarlar ki o kadar,
Sonunda gözlerinden yaş yerine kan akar.

Malik der ki: (Ne güzel sizin bu ağlamanız.
Ama keşke dünyada böyle ağlasaydınız.

O ağlama, ateşten korurdu belki sizi.
Lakin bu ağlamanın şimdi yok faidesi.)

Sonra bir zebaniye verir ki bir talimat,
(Sen bu Müslümanların hepsini ateşe at!)

Ve lakin Cehenneme düşerken o müminler,
(La ilahe illallah!) diye feryat ederler.

Kelime-i tevhidin sesi ile o ara,
Ateş, o müminlerden kaçar çok uzaklara.

Malik bunu görünce, emir verir ki: (Ya Nar!
Tut bu müminleri ki, çok günahkârdır bunlar.)

Ateş der ki: (Ey Malik, ben tutacağım, fakat,
La ilahe illallah diyorlar bu cemaat.)

Bir daha emir verir onları tutsun diye.
Lakin ateş, onlardan kaçar yine geriye.

Malik der ki: (Ey ateş, tut ki o kimseleri,
Zira Hak teâlânın böyledir bize emri.)

O zaman müminleri ateş gelir yakalar.
Günahlarına göre, az veya fazla yakar.

Malik der: (Yüzlerini yakma ki şimdi hele,
Zira secde ettiler Allah'a o yüzlerle.

Yine kalblerini de yakma ki hiç onların,
Zira o gönüllerde, nuru parlar imanın.)

Hak teâlâ, Cibril'e buyurur ki: (Git hemen!
Ümmet-i Muhammed’in sor halini Malik'ten).

Malik der: (Pek fenadır, dayanılmaz buna hiç.
Yandı her tarafları yüz ve kalbleri hariç.

Bu yerlerde, imanın nuru olduğu için,
Buraları yakmaya gücü yoktur ateşin.)

Cibril der ki: (Kaldır da bir an perdelerini,
Müşahede edeyim ben dahi hallerini.)

Malik talimat verir görevli bir meleğe:
(Cehennem perdesini Cibril'e kaldır!) diye.

Perde aralanınca, azap çeken müminler,
Cebrail’i görerek, pek fazla sevinirler.

Ve derler ki: (Ey Malik, kim ki bu sahib-kemal,
Zira biz, hiç görmedik böyle güzel bir cemal.)

Der ki: (Bu Cibril'dir ki, sahiptir çok haslete.
Vahiy getirir idi hazret-i Muhammed'e.)

Onlar, Resulullahın ismini duyar duymaz,
Hep birden bağırarak ederler şöyle niyaz:

(Ey Cebrail, Resule bir selam ilet bizden.
Ve acil haber götür Ona şu halimizden.)

Cibril, üzüntü ile oradan ayrılarak,
Huzur-u ilahiye varır mahzun olarak.

Hak teâlâ, Cibril'e sorar ki şu suali:
(Ümmet-i Muhammed'in nasıldır şimdi hali?)

O der ki: (Çok fenadır, hepsi ateş içinde.
Yanmış her tarafları Cehennem ateşinde.)

Hak teâlâ buyurur: (Ya Cebrail, sen hemen,
Haber ver Habibime onların hallerinden.)

Cibril, Resulullahın huzuruna giderek,
Ümmetinin halini nakleder üzülerek.

O zaman Resulullah, varır Arş-ı a’laya.
Ve secdeye kapanır Allahü teâlâya.

Rabbimiz buyurur ki: (Secdeden kalk ve iste!
Derhal kabul olunur, dileğin her ne ise.)

Arz eder ki: (Ya Rabbi, ümmetin asileri,
Ateşte yanıyorlar, pek fenadır halleri.

Tek dileğim şudur ki kerem ve ihsanından,
Azad eyle onları Cehennem azabından.)

Hak teâlâ buyurur: (Ey şefkati bol Resul!
Ne ki benden istedin, indimde oldu makbul.

Onlardan kim diyorsa, La ilahe illallah,
Çıkar hemen ateşten, bulsunlar Nar’dan felah.)


Oradan ayrılarak Resul aleyhisselam,
Cehenneme gelir ve Malik’e verir selam.

Malik, tazim ederek kalkar hemen ayağa.
Gösterir Cehennemi Resul-i Müctebaya.

Peygamber-i zişânı görünce ehl-i iman,
Hep birden Ona karşı ederler ah-u figan.

Derler: (Ya Resulallah, pek fenadır halimiz.
Cehennem ateşinde yandı her yerlerimiz.)

O Server çok üzülüp, hemen bunun peşinden,
Kurtarır cümlesini Cehennem ateşinden.

Kâfirler görür görmez, onları böyle mesrur,
Hayıflanır, üzülür, olurlar hep bi-huzur.

Derler ki: (Keşke biz de, olsaydık ehl-i iman,
Biz dahi onlar gibi kurtulsaydık buradan.)
 


 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol