Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

Bazı Mucizeleri

 
  Ondan inip bana gel
  Putun şehadeti
  Bebek ve annesi
  Tek ok’un yaptığı
  Korkudan titriyordu
  Üç defa yenmişti
  Gölgesi yere düşmezdi
  Bir kılın hürmetine
  Kuru ağaçtan hurma
  Kızın dirilmesi
  Öyle yağmur yağdı ki...
  Niçin kabul etmediniz?
  Ay’ın ikiye ayrılması
  Kütüğün ağlaması
  Taşlar tesbih ederdi
  Sen şehid olacaksın
  Ağaçlar selam aldı
  Üç dua
  Ateş kuyusu
  Seni kim kurtarır?
  Kuş ve ayakkabı
  Katırcının ihaneti
  Kırma dediler, ama...
  Sağ elinle ye!
  Bir avuç un
  O benim olsun mu?
  Kurt ve kertenkele
  Ağaç selam alınca
  Cennetten gelen yemek
  Şimdi rahatladım
  Habbab’ın aşkı
  Ağaç yürüyor
  Dirilen delikanlı
  Onu çok severlerdi
  Resulullahı sevmek
  Zarar yapamadılar
  Her zaman korunurdu
  Bir tabak yemek
  Doksan kişi çağır
  Güneş yerinde durdu
  Ağacın şehadeti
  Ne dediyse, aynen oldu
  Olacak şeyleri bilirdi
  Tuzlu su, tatlı su
  Bir lokmanın yaptığı
  Çocuk dirildi
  Dağın konuşması
  Deve konuşuyor
 Devenin şehadeti
  Merkebin konuşması
  Kurt konuşuyor
  Kurdun endişesi
  Putun şehadeti
  Dirilen kuzu




Ondan inip bana gel

Sahabe-i kiramdan Cafer ibni Muhammed,
Resulullah hakkında eder şöyle rivayet.

Der ki: Resul-i ekrem hastalandı bir kere.
Cebrail haber alıp, geldi Onu görmeye.

Getirdiği meyveden alır almaz o Server, 
Zikretmeye başladı elinde o meyveler.

Enes bin Malik dahi anlatır şöyle bizzat:
Bir gün, Uhud dağına çıktı Fahr-i kâinat.

Sallanmaya başladı Uhud dağı tam o an.
Dağa, şöyle seslendi Resulullah o zaman:

(Ya Uhud sakin ol ki, şu anda üzerinde,
Bir Peygamber, bir Sıddîk, Şehid vardır iki de.)

Bu nidası üstüne Allah'ın Habibinin,
Uhud’un sallanması durdu ve oldu sakin.

Bir gün de Resulullah, müşriklerin şerrinden,
Selamet bulmak için, çıktı Mekke şehrinden.

Önce Sebir dağına çıkmıştı ki, o anda,
O dağdan, kendisine geldi şöyle bir nida:

(Ey Allah'ın Resulü, in benim üzerimden.
Daha emin bir yere gidiver bu zeminden.

Zira benim üstümde, müşrikler sana zarar,
Verirlerse, korkarım Rabbim beni azarlar.)

Abdullah bin Abbas da naklediyor ki bizzat:
Mekke'yi fethedince o Server-i kâinat,

Mekke'nin çevresinde taştan veya tahtadan,
Yapılmış, çok sayıda putlar vardı o zaman.

Resulullah, Kur'andan okuyup iki âyet,
Asasıyla putlara eyledi bir işaret.

Asanın gösterdiği o putlar, birer birer,
Yüzleri üzerine yerlere devrildiler.

Yine Ebu Talip’le Resulullah, bir kere, 
Oniki yaşlarında çıkmıştı bir sefere.

Busra'ya vardılar ki, Resul ve Ebu Talip,
Orda, Bahira diye yaşıyordu bir rahip.

Bu zat okumuştu ki semavi kitaplardan:
Ahir zaman Nebisi bir gün geçer buradan.

Hem de o Peygamberin çok alametlerini,
Öğrenmiş, bekliyordu her gün teşriflerini.

Belki o Peygamberle görüşürüm diyerek,
Beklerdi manastırda gece gün demiyerek.

Yıllardır gördüyse de pek çok kafileleri,
Fakat görememişti malum alametleri.

Ve nihayet gördü ki, bir kervanı ilerden,
Bir bulut geliyordu kervanın üzerinden.

Heyecanla irkilip, dikkatle baktı yine.
Taşlar selam verirdi, kervandaki birine.

Ağaçlar, bir kimseye doğru eğiliyordu.
Bildi ki ahir zaman Nebisi geliyordu.
 
 

Putun şehadeti

Peygamber-i zişânın nübüvvetini, bazan, 
Putlar bile konuşup, söylerdi zaman zaman.

Nitekim Sahabeden Abbas adında bir zat,
Yaşadığı vakayı anlatır kendi bizzat.

Der ki: Ben, iman ile henüz şereflenmeden,
Bir yere gidiyordum gayet ıssız bir yerden.

Rastladım çok acayip, şekilsiz birisine. 
Ki, hatta binmişti bir deve kuşu üstüne.

Cinlerden olduğunu tahmin ettim onun ben.
Bir şeyler söylüyordu, hem de bana hitaben.

Diyordu ki: (Ey Abbas, son buldu fitne fesat.
Çünkü İslamiyet’in sahibi geldi bizzat.

Adı Muhammed'dir ki, emin, doğru sözlüdür.
O, cihana son gelen Allah'ın Resulüdür.

Hemen iman eyle ki Onun nübüvvetine,
Ölünce, kavuşasın Cennet nimetlerine.)

Bir hayli etkilendim onun bu sözlerinden.
Zira hiç böyle şeyler duymamıştım birinden.

Henüz mümin değildim ben bunu duyduğumda.
Hatta bir putum vardı, hep taşırdım boynumda.

O putun üzerine elimi koydum hemen.
Kurtulmak istiyordum ben o cin’in şerrinden.

Lakin benim put dahi, hemen dile gelerek,
Başladı konuşmaya Resulü methederek.

Hem de bana hitaben konuşuyordu esas.
Açık bir lisan ile diyordu ki: (Ey Abbas!

O cin doğru söylüyor, inan onun sözüne.
Sen de git iman eyle Allah'ın Resulüne.)

Ben, bunları putumdan dinleyip eve geldim.
Sonra bu hadiseyi kavmime haber verdim.

Üçyüz kişi toplanıp, Mekke'ye geldik hemen.
İmanla şereflendik hiç vakit geçirmeden.

Bir gün de Resulullah, bir kabileye vardı.
Yahudiler toplanmış, Tevrat okuyorlardı.

Resulullah gelince, okumayı kestiler.
(Niçin birden sustunuz?) diye sordu o Server.

Cevap veren olmadı lakin yahudilerden.
Biri, (Ben söyleyeyim) diyerek kalktı hemen.

Bu nur yüzlü ihtiyar, yalnız oturuyordu.
Ve o yahudilere hiç de benzemiyordu.

Dedi: (Ahir zamanda gelecek Peygamberin,
Yüksek vasıflarını okurlardı ki demin,

Siz teşrif eylediniz buraya tam o anda.
Bunun için kestiler okumayı onlar da.)

Buyurdu: (Öyle ise, sen oku onu bizzat.)
O da onu okuyup, dedi ki: (Sensin o zat.)

Şehadeti getirip, iman etti ve hemen,
Teslim etti ruhunu başka şey söylemeden.
 

Bebek ve annesi

Peygamber-i zişânın çoktur mucizeleri.
Dost düşman kabul eder ve söyler bu şeyleri.

Cansız şeyler ile de, mesela taş ve nebat,
Konuştu bizatihi o Server-i kâinat.

Böyle mucizeleri gören bazı kâfirler,
İnsaf edip, imanla şerefleniverdiler.

Peygamber efendimiz, yine cin ve melekle,
Konuşmuştu ve hatta yeni doğmuş bebekle.

Resulullah, bir yolda yürüyorken bir defa,
Karşıdan da bir kadın gelirdi bu tarafa.

Bu kadın, o Servere düşmanlık beslerdi pek.
Vardı hem kucağında yeni doğmuş bir bebek.

Kadın, Resulullahın geçerken tam yanından,
Büyük bir insan gibi konuştu bebek o an.

(Esselamu aleyke ya Resulallah!) dedi.
Resulullah durdu ve selama cevap verdi.

Sonra sual etti ki o küçücük bebeğe:
(Peygamber olduğumu nereden bildin öyle?)

Bebek, devam ederek yine konuşmasına,
Dedi ki: (Hak teâlâ bildirdi bunu bana.

Hazret-i Cebrail de yanımdadır şu saat.
İşaret etmektedir gösterip seni bizzat.

Ey Allah'ın Resulü, dua et benim için.
Cennete gittiğinde, ben olayım hizmetçin.) 

Peygamber efendimiz öyle dua edince,
Bebek bunu anlayıp, kapıldı bir sevince.

Tebessüm eyleyerek dedi: (Ya Resulallah!
Sen Allah'ın kulu ve Peygamberisin vallah.

Ne mutlu o kula ki, etmiştir sana iman.
Ne yazık o kula ki, mahrumdur bu imandan.)

Allah'ın Resulüne bunları söyleyerek,
Teslim etti ruhunu sonra (Allah!) diyerek.

Kadın, kucağındaki bu küçücük bebekten,
Bunları dinleyince, insafa geldi hemen.

Kalbinde o Servere beslediği düşmanlık,
Sevgi ve muhabbete dönüşmüş idi artık.

Kelime-i şehadet getirerek sonunda,
İmanla şereflendi Resulün huzurunda.

Dedi: (Ya Resulallah, küfürde geçti ömrüm.
Şimdi elhamdülillah zulmetten nura döndüm.)

Peygamber efendimiz, onun bu imanına,
Sevinip, buyurdu ki o bahtiyar kadına:

(Sana müjde olsun ki, vazifeli melekler,
Senin için, Cennetten bir kefen getirdiler.)

O kadın, sevincinden (Allah!) dedi ve hemen,
Ruhunu teslim edip, ayrıldı bu âlemden.

Cenaze namazları kılınarak o ara,
Oğlu ile birlikte, konuldu bir mezara.
 



Tek ok’un yaptığı

Peygamber-i zişânın her duası, anında,
Derhal kabul olurdu Hak teâlâ katında.

Mesela nişancıydı Sa'd bin Ebi Vakkas.
Ok atma hususunda, kazanmıştı ihtisas.

Zira dua etti ki ona Hakkın Habibi:
(Şaşmasın onun oku hedefinden ya Rabbi!)

O, Uhud savaşında, her bir oku çekişte,
Diyordu ki: (Ya Rabbi, bu, senin okun işte.

Senin düşmanlarına atıyorum bunları.
Sen isabet ettirip, helak et bu küffârı.)

Sa'd bin Ebi Vakkas hazretleri, hep o gün,
Düşmana ok atardı emri ile Resulün.

Fırlattığı her bir ok, isabet ediyordu.
Zira ona, o Server dua buyuruyordu.

Yine Uhud harbinde, birleşerek kâfirler,
Peygamber-i zişâna doğru hücum ettiler. 

O Server, Sa'dı görüp ve ona bağırarak,
Buyurdu: (Geri çevir onları ok atarak!)

Ve lakin tek bir oku mevcut idi o zaman.
Oku sadaktan çekip, düşmana attı o an.

Resulün emri ile onu atmış idi ki,
Ok, isabet ederek, devirdi bir müşriki.

Elini sadağına götürdü sonra yine.
Yok iken, bir ok daha geliverdi eline.

Çünkü Resulullahın duası vardı onda.
Oku alıp, yayına yerleştirdi o anda.

Atmadan, dikkatlice baktı Sa'd hazretleri.
Gördü ki, ilk attığı ok tekrar gelmiş geri.

Fırlattı aynı oku, müşrikler üzerine.
Müşriklerden birisi düşerek öldü yine.

Elini sadağına götürdü sonra hemen.
Bir ok daha çekti ki, aynı oktu gerçekten.

Onu dahi atarak öldürdü bir kâfiri.
Aynı ok, sadağına tekrardan geldi geri.

Sa'd bin Ebi Vakkas, o bir tek okla o gün,
Öldürdü çok kâfiri duasıyla Resulün.

Hatta Resulullahın mucizesi eseri,
Koca müşrik ordusu, püskürtüldü hep geri.

Bir gün de Resulullah, amcası oğlu olan,
Abdullah bin Abbas’a dua etti bir zaman:

(Ya Rabbi, Abdullah'ı âlim yap dinde derin.
Sırrına vakıf eyle, hem Kur'an-ı kerimin.) 

Resulün duasıyla Abdullah ibni Abbas,
İslami ilimlerde kazandı tam ihtisas.

Bilhassa tefsir ile hadis ilimlerinde,
Zamanının bir teki oldu kendi devrinde.

Sahabe ve tabiin, bu ilimlerde bizzat,
Onun yüksek ilmine ederlerdi müracaat.
 
 
Korkudan titriyordu

Bir gün, garip bir kişi gelmiş idi Mekke'ye.
O gün Ebu Cehil’e satmış idi bir deve. 

Ebu Cehil kâfiri, deveyi aldı, ama,
Devenin bedelini vermiyordu adama.

Adam, bilemiyordu kime gideceğini.
Zira kim dinlerdi ki bu garibin derdini?

Beytullahın yanına gelmişti o arada.
Kureyş müşrikleri de toplanmıştı orada.

Dedi: (Ben buralarda kimseyi bilmiyorum.
Hakkımı alın ondan, çok rica ediyorum.)

Yabancı olduğunu anlayınca müşrikler,
Hiç de ilgilenmeyip, hem istihza ettiler.

Ona, Resulullahın evini göstererek,
Ve alaylı şekilde sinsi sinsi gülerek,

Dediler ki: (Şurada oturan biri vardır.
Ondan senin hakkını, ancak o kimse alır.)

O kişi sevinerek onların bu sözüne,
Gelip açtı derdini, Allah'ın Resulüne.

O Server buyurdu ki: (Gidelim şimdi hemen.
Senin alacağını alalım o kişiden.)

Geldiler Ebu Cehl'in hanesine o saat.
Peygamber efendimiz, kapıyı çaldı bizzat.

Ebu Cehil, kapıda görünce o Serveri,
Titremeye başladı vücudunun her yeri.

Ve yalvaran bir sesle dedi ki: (Ya Muhammed!
Söyle, hemen yapayım bir emrin varsa şayet.)

Büyük bir vakar ile o Sevgili Peygamber,
Buyurdu: (Bu garibin hakkını getir de ver.)

(Hayhay!) deyip, hemence içeriye girerek,
Gelip verdi parayı, çok özür dileyerek.

Adam teşekkür etti Allah'ın Habibine,
Oradan ayrılarak, Kâbe’ye geldi yine.

Müşriklere dedi ki: (Size çok minnettarım.
Zira alacağımı o zatla gidip aldım. 

Beni öyle birine göndermişsiniz ki siz,
Hakkımı aldı ondan bir söz ile, zahmetsiz.)

Onlar, birbirlerine bakarken şaşkın şaşkın,
Geldi Ebu Cehil de o sırada ansızın.

Dediler: (Muhammed'in sözüyle, az önce sen,
Yabancıya borcunu ödedin mi gerçekten?)

O (Ödedim) deyince, dediler: (Sen ne dersin?
Nasıl Onun sözüyle sen hareket edersin?)

Dedi: (Onun sözüyle ödedim, bu doğrudur.
Ve lakin ödemeye bıraktı beni mecbur.

Zira çıktım kapıya, baktım ki Muhammed var.
Ve yanında duruyor çok korkunç bir canavar.

Bana, bir düşman gibi bakıyordu o hayvan.
Eğer ödemeseydim saldıracaktı o an.)
 

Üç defa yenmişti

Zaman-ı saadette Rekane adlı biri,
Vardı ki, müşrik olup kuvvetliydi ve iri.

Kiminle güreşseydi, yeniyordu muhakkak.
Çıkmazdı bir güreşten, asla yenik olarak.

Bir gün, koyunlarını güdüyorken sahrada,
Sevgili Peygambere rastladı o arada.

Kibirle seslendi ki Resule tâ uzaktan:
(Sen mi ayırıyorsun halkı Lat ve Uzza’dan?)

Resulullah, az daha yaklaşıp sonra durdu.
Ve büyük bir vakarla (Evet, benim!) buyurdu.

O yine gururlanıp, dedi ki: (Beni dinle.
Gel öyleyse şurada güreşelim seninle.

Bakalım ki, hangimiz hangimizi yenecek?
Hangimizin tanrısı ona yardım edecek?)

O Server (Peki) deyip, Rekane'yi tuttu ve,
Havaya kaldırarak, anında vurdu yere.

Şaşırmıştı Rekane, güçlükle kalktı yerden.
Dedi ki: (Bu olmadı, güreşelim yeniden.)

O Server (Olur!) deyip, onu yine tutarak,
Bir daha yere vurdu havaya kaldırarak.

O, şaşkın vaziyette baktı Resulullaha.
Dedi: (Bu da olmadı, güreşelim bir daha.)

Peygamber efendimiz, yine kabul buyurdu.
Rekane'yi kaldırıp, bir daha yere vurdu.

Rekane perişandı, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mabudun yardım etti, sen galip geldin, evet.

Lakin ne diyeceksin gidince şimdi halka?)
Buyurdu: (Doğrusunu diyeceğim mutlaka.)

Dedi: (Mümkün olmaz mı hakikati demesen?
Zira mahcub olurum yendiğini söylersen.)

O Server buyurdu ki: (Ama ben Peygamberim.
Bende yalan söz olmaz, ben hep doğru söylerim.)

Rekane çok şaşırıp, dedi ki: (Ya Muhammed!
Peygamberlik gücünle beni sen yendin elbet.

Sana ben, şu sürümden vereyim otuz koyun.
Bana galip gelmenin, mükafatı bu olsun.)

(Koyunu ne yapayım?) buyurunca o Server,
(Peki ne istiyorsun?) diye sordu bu sefer.

Buyurdu: (İman et ki, her şeyden daha önce,
Ebedi Cehennemden kurtulasın böylece.)

Dedi ki: (Bunun için mucize göster bana.)
O Server, bir ağacı davet etti yanına.

Ağaç emri dinleyip, huzura geldi hemen.
Resulullaha doğru eğilerek hürmeten,

Fasih bir lisan ile dedi ki: (Ya Muhammed!
Sen, Allah'ın kulu ve Peygamberisin elbet.)

Rekane bunu görüp, imana geldi hemen.
Kurtardı kendisini ebedi Cehennemden. 
 

Gölgesi yere düşmezdi

Peygamber efendimiz tebessüm ettiği an,
Sanki bir nur çıkardı dişleri arasından,

Aişe validemiz anlatır ki şöylece:
Kandilimizin yağı kalmamıştı bir gece.

Resulullah o akşam geldiğinde mescitten,
Işık olmadığını arz ettim Ona hemen.

Buyurdu: (Ya Aişe, bir ışık ister misin?
Ki, ona yağ ve fitil hiç de icab etmesin.)

Dedim: (Ya Resulallah, isterim, o nerde var?)
O zaman bana bakıp, tebessüm buyurdular.

O anda nur saçıldı dişleri arasından.
Aydınlandı hanemiz o nurun ziyasından.

Öyle ki, o ışıkta bazımız ip eğirdik.
Bazımız da iğneyle oturup dikiş diktik.

Yine Resulullahın vücudunun kokusu,
Miskten ve çiçeklerden güzel idi doğrusu.

Zira Ebu Hüreyre anlatıyor ki şöyle:
Bir gün fakir bir kimse, gelerek o Resule,

Dedi: (Ya Resulallah, bir kızım var ki benim,
O şimdi evlenecek, biraz yardım isterim.)

Ona buyurdular ki: (Ey kişi, bu aralık,
Benim dahi elimde yok bir şeyim dünyalık.

Yine de bir ihsanda bulunayım size ben.
Yarın, bana ufak bir şişe getir evinden.)

Ertesi gün, huzurda gördüm aynı kimseyi.
Verdi Resulullaha elindeki şişeyi.

Resulullah, mübarek kolundan bir şey ile,
Terini sıyırarak doldurdu o şişeye.

Buyurdu ki: (Kızına, bu, benden hediyedir.
Bunu, esans olarak kullansın, pek güzeldir.)


O kadın, o kokuyu kullandı uzun zaman.
Daha güzel kokardı, o, misk ve her esanstan.

Yine Resulullahın mübarek gölgeleri,
Düşmezdi asla yere, bir mucize eseri.

Zira eğer düşseydi gölgesi yer yüzüne,
Belki düşebilirdi pis bir şey üzerine.

Yahut da kâfirlerden birisi, belki bir gün,
Gelip basabilirdi gölgesine Resulün.

Rabbimiz, Habibinin bedenini her şerden,
Nasıl korudu ise zararlı, pis şeylerden,

Onun gölgesini de korudu böyle yine.
Bu yüzden gölgesini düşürmedi zemine.

Çünkü O, çok seviyor Habib-i kibriyayı.
Hep Onun şerefine yarattı bu dünyayı.

Nitekim bir âyette buyurdu ki Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)

Ve yine buyurdu ki: (Sen olmasaydın eğer,
Hiç bir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)
 

Bir kılın hürmetine

Resulün kıymetini, insanlar değil yalnız,
Bütün hayvanat dahi bilirdi istisnasız.

Uçmadıkları gibi kuşlar Kâbe üstünden,
Onun üzerinden de uçmazlardı edebten.

Yine Peygamberimiz, Mirac'ta hem o gece,
Allahü teâlâya sual etti şöylece:

(Ya Rabbi, Cebrail'e altıyüz kanat verdin.
Bunun mukabilinde bana ne ihsan ettin?)

Hak teâlâ cevaben Sevgili Peygambere,
Buyurdu: (Senin bir tek saç kılın, bana göre,

Cebrail’in altıyüz kanadına nazaran,
Daha çok kıymetli ve sevgilidir her zaman.)

Yine Halid bin Velid hazretlerinin dahi,
Bir başlığı var idi, pek çok değer verdiği.

Onu, hangi savaşta örtse idi o eğer,
Düşmanlarına karşı olurdu hep muzaffer.

Ve lakin o başlığı kaybedince o bir gün,
Oldu bunun yüzünden çok mükedder ve üzgün.

Dediler: (Kaybettiğin, bir başlık değil midir?
Öyle ise, bu kadar üzülmek peki nedir?)

Dedi ki: (Bu üzülmem, çok azdır bunun için.
Zira siz bilmezsiniz hikmetini bu işin.

O başlığın içinde, o Serverin saçından,
Bir mübarek kıl vardı, üzülmem işte bundan.

O başlık, hangi harpte bulunsaydı başımda,
Muzaffer oluyordum mutlak o savaşımda.

Bütün başarılarım, bundandır işte benim.
Kaybettim şimdi onu, nasıl üzülmeyeyim?)

Yine Resulullahın o mübarek cemali,
Nurluydu ondördüncü bir dolunay misali.

Hazret-i Aişe’nin evine geldi bir gün.
Bakıp güldü Aişe yüzüne o Resulün.

Ne için güldüğünü sual etti o Server.
Aişe validemiz izah etti bu sefer.

Dedi: (Ya Resulallah, bugün bir elbiseyi,
Dikerken, düşürmüştüm elimdeki iğneyi.

Çok aradım ise de, bulamamıştım yine.
Sen içeri girince, bulundu şimdi iğne.

Öyle aydınlandı ki nurundan zira evim,
İğneyi, rahatlıkla gördüm ve alıverdim.)

Bunları arz edince Aişe validemiz,
Ağlamaya başladı Peygamber efendimiz.

Sebebini sorunca, buyurdu ki o zaman:
(Ya Aişe, mahşeri hatırladım ben şu an.

Şöyle ki, ümmetimden o gün bazı kimseler,
Benim bu cemalimi hiç göremeyecekler.

İşte o ümmetimin halini hatırladım.
Onların durumuna üzüldüm de ağladım.)
 

Kuru ağaçtan hurma

İbni Tiha adında vardı ki bir sahabi,
Resulullah, bu zatın ziyaretine gitti.

Hazret-i İbni Tiha, o Resulü görünce,
Kapıldı birdenbire bir neşe ve sevince.

Dedi: (Hak teâlâya olsun ki çok şükürler,
Resulullah gelerek, bize şeref verdiler.

Ve lakin ne yazık ki, Ona ikram edecek,
Şu anda evimizde, yoktur hiç bir yiyecek.)

Böyle çok üzülürken ev sahibi o zaman,
Resulullah, bahçede bir ağaç gördü o an.

Buyurdu: (Bu ağaçtan hurma toplamam için,
Bana, ey İbni Tiha müsaade eder misin?)

Dedi: (Ya Resulallah, canım sana fedadır.
O, kurumuş bir halde duruyor çok zamandır.)

O Server, su isteyip birazını içtiler.
Kalanı, o ağacın dibine döktürdüler.

Ağaç kurumuş iken, meyve verdi bir anda.
Hurmaları toplayıp, yediler o arada.

Yine yahudilerden, genç birisi vardı ki,
Çok yakışıklı olup, güzeldi yüzü dahi.

İşte bu güzel yüzlü genç kişi, yine bir gün,
Gelmiş oturuyordu meclisinde Resulün.

Bir âyet-i kerime gelmişti ki o ara,
O Server okuyordu onu Müslümanlara.

Mealen: (Müminlere mükafat olaraktan,
Huriler verilecek Cennete girdiği an.)

Bu âyet-i kerime, çok tesir etti gence.
Resulün huzuruna kalkıp geldi hemence.

Dedi: (İman edersem, bana dahi onlardan,
Bir tane verilir mi Cennete girdiğim an?)

Resulullah (Elbette!) buyurunca o gence,
(Sen kefil olur musun?) diye sordu hemence.

O Server buyurdu ki: (Bir tanesine değil,
Yetmiş tanesine de olurum sana kefil.)

Genç bu sözü alınca, imana geldi hemen.
Lakin az zaman sonra, vefat etti aniden.

Resulullah, o gencin namazını kıldılar.
Mübarek elleriyle sonra kabre koydular.

Dışarı, gecikerek çıktığında mezardan,
Terlemiş ve gömleği yırtılmıştı arkadan.

Sebebi sorulunca, buyurdu: (Kabre indim.
Vakta ki kendisini yerine tevdi ettim.

O anda yetmiş huri, Cennetlerin birinden,
Gelip, gencin başına üşüştüler hep birden.

Herbiri, daha yakın olmak için o gence,
Kendi aralarında çekiştiler bir nice.

Bu yüzden çok izdiham hasıl oldu mezarda.
Benim gömleğimi de yırttılar bu arada.)
 

Kızın dirilmesi

Peygamber efendimiz Kureyş’ten birisini,
Görüp, teklif eyledi imana gelmesini.

O dedi ki: (Müslüman bir komşum var ki benim,
Kızı vefat etti ve ben onu çok severdim.

Sen o kızı diriltir, çıkarırsan mezardan,
Senin nübüvvetine inanırım o zaman.)

Peygamber efendimiz, o kimseyle beraber,
Vefat eden o kızın mezarına geldiler.

O Server, ismi ile kızı çağırdığında,
Kız dirilip, mezardan çıkıverdi anında.

Resulullah, o kıza sordu ki: (Sen, tekrardan,
Bu dünyaya dönmeyi ister misin oradan?)

Dedi: (Ya Resulallah, hayır, hiç arzu etmem.
Çünkü baba evimden daha rahat bu âlem.

Zira ben öldüğümde, anladım ki pek kati,
Müminin, dünyasından iyidir ahireti.)

Adam, bu mucizeyi gördü hayret ederek.
Derhal Müslüman oldu şehadet getirerek.

Cabir bin Abdullah da, bir koyun kesip yine,
Allah'ın Resulünü davet etti evine.

Resulullah, bir kısım Eshabiyle geldiler.
(Yiyin, kemiklerini hiç kırmayın) dediler.

Bu emir üzerine Cabir bin Abdullah da,
Kemikleri, bir yere biriktirdi sofrada.

Mübarek ellerini daha sonra o Server,
Kemikler üzerine koyup dua ettiler.

O Resulün yaptığı dua bereketiyle,
Dirilip kalktı koyun Allah'ın kudretiyle.

İki gözü görmeyen bir ihtiyarı da yine,
Tutarak getirdiler Allah'ın Habibine.

Mübarek ellerini, bir defacık o Server,
O kimsenin görmeyen gözlerine sürdüler.

O seksenlik ihtiyar, bir anda görür oldu.
Hem öyle ki, iğneye iplik geçiriyordu.

Yine bir Müslüman da, diyor ki: (Ben çocuktum.
Kaynar su dökülerek yanmış idi vücudum.

Babam bunu görünce, hiç vakit geçirmeden,
Resulün huzuruna götürdü beni hemen.

İki cihan Serveri, ellerini hafifçe,
Yanık olan yerlere dokundurdu sadece.

Sonra da şifa için, bana dua buyurdu.
Baktım ki o yanıklar, bir anda iyi oldu.) 

Yine Ebu Talip’le, o Sevgili Peygamber,
Deve ile bir çölde gidiyordu beraber.

Amcası Ebu Talip, (Çok susadım) deyince,
Peygamber efendimiz, yere indi hemence.

Mübarek ökçesiyle vurur vurmaz toprağa,
O anda serin bir su başladı fışkırmaya.
 

Öyle yağmur yağdı ki...

Bir zaman Medine'de, o Server-i kâinat, 
Hutbe okuyordu ki, ayağa kalktı bir zat.

Dedi: (Ya Resulallah, çok uzadı kuraklık.
Çocuklar ve hayvanlar ölüyor bir bir artık.

Yerdeki mahsuller de mahvoldu bu sebepten.
Dua buyurunuz da, kurtulalım bu dertten.)

O zaman Resulullah, el kaldırıp duaya.
Yalvardı yağmur için Allahü teâlâya.

O esnada havada buluttan yokken eser,
Toplanmaya başladı her taraftan bu sefer.

Çok geçmeden bir yağmur başladı ki hemence,
Üç gün, hiç fasılasız devam etti gün gece.

Üç gün sonra, o Server, yine hutbe okurken,
Yine o aynı şahıs ayağa kalktı hemen.

Dedi: (Ya Resulallah, çok şükür suya kandık. 
Daha fazla yağarsa, mahvolacağız artık.)

O zaman Resulullah, tebessüm etti biraz.
Ellerini kaldırıp, eyledi dua, niyaz.

Dedi ki: (Şükrederiz ya Rabbi sana bundan.
Başka kullarına da ihsan et bu yağmurdan.)

O anda yağan yağmur kesildi birden bire.
Bulutlar dağılarak, güneş çıktı bu kere.)

Yine sahabilerden hazret-i Cabir dahi,
Anlatır ki: (Borçlarım çoğalmıştı bir hayli.

Üzülüp, bu durumu Resule verdim haber.
Biraz sonra, bahçeme teşrif etti o Server.

Ben o gün ağaçlardan hurmayı toplamıştım.
Ve bahçe ortasında, onu yığın yapmıştım.

Onlardan verecektim alacaklılarıma.
Lakin yetişmiyordu herbirine o hurma.

Buyurdu ki: (Gelsinler bütün alacaklılar.)
Gelene, o hurmadan verdik biz hakkı kadar.

Herbiri, haklarını alıp da gittiğinde,
Baktım, hurma yığını duruyordu yerinde.

 
 
Niçin kabul etmediniz?

Sahabeden bir kadın, Sevgili Peygambere,
Hediye kabilinden bal gönderdi bir kere.

Peygamber efendimiz, hediyeyi alarak,
Kabını, o kadına gönderdi boş olarak.

Lakin kap dolu geldi o kadının eline.
Üzüldü kadıncağız, geriye geldiğinde.

Bu üzüntü içinde, hiç vakit geçirmeden,
Gelip, Resulullaha arz etti bunu hemen.

Dedi: (Bal göndermiştim bugün size hediye.
Kabul olmadı mı ki, aynen geldi geriye?)

Peygamber efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Senin o hediyeni, alıp kabul ettim ben.

Geri gelen bal ise, ilahi bir nimettir.
Senin o hediyene verilen berekettir.)

Kadın, Resulullahtan bu cevabı alarak,
Geri geldi evine, çok sevinçli olarak.

Onu, çocuklarıyla yediler senelerce.
Yine de bir azalma hiç olmadı zerrece.

Ve lakin bir gün o bal, kabından alınarak,
Daha başka bir kaba konuldu yanılarak.

Çok zaman geçmedi ki, o günden itibaren,
Günden güne azalıp, bal tükendi tamamen.

Bunu haber alınca buyurdu ki o Server:
(Gönderdiğim o kapta dursaydı o bal eğer,

Onu, dünya durdukça yerlerdi de insanlar,
Yine de bir azalma olmazdı zerre kadar.)

Süleyman Nebi gibi, yine Server-i âlem,
Bilcümle hayvanların dilinden anlardı hem.

Ve Düldül ismindeki kendi katırına da,
(Yere çök!) buyurunca, çöküyordu o anda.


Ay’ın ikiye ayrılması

Peygamber-i zişânın bir işareti ile,
Gökyüzünde dolunay, ayrılmıştı ikiye.

Velid ibni Mugire ve Ebu Cehil, bir gün,
Mübarek huzuruna gelerek o Resulün,

Dediler: (Hakikaten Peygambersen sen eğer,
Şu gökte duran Ay’ı, ikiye ayırıver.)

Onlara buyurdu ki Peygamber efendimiz:
(Eğer bunu yaparsam, iman eder misiniz?)

Müşrikler, cevabında hemen (Evet) deyince,
Peygamber efendimiz, dua etti hemence.

Ayın ondördü olup, Ay, yuvarlak idi tam.
Geldi halkın içine Resul aleyhisselam.

Mübarek parmağıyla işaret eyleyince,
Ay ikiye ayrıldı mucize gereğince.

Bir müddet öyle durup, sonradan birleştiler.
Bu hale, gözleriyle şahid oldu müşrikler.

Bir kaçının ismini söyleyip Resul o an,
Buyurdu: (Şahid olun, ey filan ve ey filan!)

Sonra, Müslümanlara seslenip bizatihi,
Buyurdu: (Ey müminler, şahid olun siz dahi!)

Müşrikler, mucizeyi gördüler de aşikâr,
Yine inatlarından ettiler onu inkâr. 

Dediler: (Muhammed'in sihridir bu da artık.
Zira kabul eder mi bunu akıl ve mantık?

Eğer bu, Muhammed'in bir sihri değil ise,
Her yerden görülmüştür o zaman bu hadise.

Başka yerlerden gelen insanlara soralım.
Onlar da görmüş müdür, bunu araştıralım.

Ay’ın bölündüğünü onlar da görmüş ise,
Deriz ki sihir değil, gerçektir bu hadise.)

Onlar, aralarında konuşup böyle hemen,
Bunu araştırmaya başladılar acilen.

Dışarıdan Mekke'ye gelenlere sordular.
Dışarıya adamlar gönderip sordurdular.

Her kime sordularsa onlar bu hadiseyi,
Hepsi, gördüklerini söylediler bu şeyi.

Hep ittifak halinde dediler ki şöylece:
(Evet, ay iki parça olmuştu filan gece.

Ayın ondördü olup, tam tepsi gibiydi ay.
Hadiseyi o gece gördük biz gayet kolay.)

Her kime sordularsa bu şeyi o müşrikler.
Herbirinden, hep aynı cevabı işittiler.

Ama inkâr ettiler yine bu mucizeyi.
Halbuki gözleriyle görmüşlerdi bu şeyi.

İnkârcıların başı, Ebu Cehil’di yine.
Başladı ifsad eden inkârcı sözlerine.

Dedi: (Ebu Talib'in yetiminin bu sihri,
Başladı yerden sonra, göklere de tesiri.)
 


Kütüğün ağlaması

O Serverin mescidi, ilk inşa edilince,
Hutbe okumak için bir minber yoktu önce.

Peygamber efendimiz, hutbe okumak için,
Bir hurma kütüğüne dayanıyordu ilkin.

Bu hurma kütüğünün, (Hannane) idi adı.
Cansız idi o ama, Resulün aşıkıydı.

Sonra, üç basamaklı bir minber yaptırarak,
Oradan okudular hep devamlı olarak.

Lakin ilk seferinde, oldu ki bir hadise,
Buna şahid oldular Eshabdan çoğu kimse.

Şöyle ki, Cuma günü olunca vakit tamam,
Toplandı o mescitte, cümle Eshab-ı kiram.

Hutbe okumak için, nihayet Resulullah,
Yine minberlerine çıkmışlardı ki, nagah,

Eskiden dayandığı kuru hurma ağacı,
İnlemeye başladı o anda acı acı.

Bir hamile devenin ağlayışı gibi hem,
Seslice ağlıyordu, hüzünlü ve pür elem.

Cümle Eshab-ı kiram, mescit içerisinde,
İşittiler bu sesi bir şaşkınlık içinde.

Evet, hurma kütüğü ağlayıp inliyordu.
Cümle sahabiler de bu sesi dinliyordu.

Hayret içerisinde kalmıştı o an herkes.
Zira kesilmiyordu bu inilti ve bu ses.

O zaman Resulullah, inerek minberinden,
O hurma kütüğünün yanına geldi hemen.

Mübarek elleriyle okşayınca bir müddet,
Kütüğün ağlaması kesildi en nihayet.

Eshab, kuru kütüğün Resulullaha olan,
Bu aşkını görünce, ağladı hepsi o an.

Hatta yemin ederek buyurdu ki o Server:
(İnip de o kütüğü okşamasaydım eğer,

Bana karşı duyduğu hasret ile böylece,
Tâ kıyamete kadar ağlardı gün ve gece.)

Sonra da, o kütüğe dönerek Fahr-i âlem,
Teselli etmek için buyurdu ki ona hem:

(İster seni dikeyim, bahçedeki yerine.
Tekrardan dal budak sal, gel önceki haline.

İstiyorsan dikeyim, Cennete ebediyen.
Yesin Allah dostları senin meyvelerinden.)

Kütük dile gelerek, arz etti dileğini.
Dedi: (Ya Resulallah, Cennete dikin beni.

Hiç çürümeyeceğim bir yere gideyim ben.
Ve Allah’ın dostları yesin meyvelerimden.)

Resul ve yanındaki Sahabenin cümlesi.
Gayet açık olarak işittiler bu sesi.

Sonra Eshaba dönüp, o Habib-i kibriya,
Buyurdu: (Tercih etti, ahireti dünyaya.)



Taşlar tesbih ederdi

Resulullah İslam’ı ilk tebliğ ettiğinde,
Bir müşriki gördü ki, bir put vardı elinde.

Ona buyurdular ki: (O tuttuğun put senin,
Benimle konuşursa, imana gelir misin?)

Adam, hayret içinde dedi ki: (Ya Muhammed!
Ben buna, elli yıldır ediyorum ibadet.

Lakin konuştuğunu hiç görmedim bu putun.
Seninle konuşması mümkün müdür hiç bunun?)

Resulullah, o puta hitab edip o zaman,
Buyurdu ki: (Ben kimim, açıkça eyle beyan!)

Puttan bir ses geldi ki gayet fasih olarak:
(Sen, Allah'ın kulu ve Resulüsün muhakkak.)

Putundan bu sözleri duyunca müşrik o an,
Şehadeti getirip, severek etti iman.

Kureyş müşriklerinden birisi, yine bir gün,
Mübarek huzuruna gelerek o Resulün,

Dedi ki: (Söylüyorsun Peygamber olduğunu.
Ben nereden bileyim bunun doğruluğunu?)

Ona buyurdular ki Resul aleyhisselam:
(Şu hurma ağacının salkımını çağırsam,

O, emrimi dinleyip yanıma gelse şayet,
Peygamber olduğuma eder misin şehadet?)

Bu sual karşısında, adam kaldı hayrette.
Dedi: (Öyle olursa, inanırım elbette.)

O zaman o salkıma hitab edip o Server:
(Yanıma gelir misin!) diyerek seslendiler.

O esnada o salkım, ağacından koparak,
Geldi Resulullahın yanına hoplayarak.

Yine Peygamberimiz bir çayırda giderken,
(Ya Resulallah!) diye, bir nida duydu birden.

O tarafa bakınca, bağlı bir geyik gördü.
Hemen yanıbaşında bir adam uyuyordu.

Geyik dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Bu avcı, üç gün önce avladı beni nagah.

Fakat benim ilerde, üç tane yavrum vardır.
Şimdi onlar acıkmış, beni arıyorlardır.

Beni sal, gidip hemen onları emzireyim.
Herbirini doyurup, yine geri geleyim.)

Resulullah salınca, koştu yavrularına.
Emzirip, geldi yine o Serverin yanına.

O an avcı uyanıp, Resulü gördü hemen.
Dedi: (Ya Resulallah, bir arzun var mı benden?)

O zaman Resulullah buyurdu ki: (Ey avcı!
İstersen bu geyiği azad et, ona acı.)

(Peki ya Resulallah) diyerek avcı hemen,
Geyiğin bağlarını çözüverdi tamamen.

Geyik, sevinç içinde giderken sıçrayarak,
Şehadet söylüyordu gayet açık olarak.
 



Sen şehid olacaksın

O Server, hem maziye, hem istikbale ait,
Haberler veriyordu Eshaba bazı vakit.

Muaz ibni Cebel’i, mesela Fahr-i cihan,
Yemene göndermişti vali diye bir zaman.

Ve ona buyurdu ki: (Git Allah'ın izniyle.
İnşallah ahirette buluşuruz seninle.)

Hakikaten hazret-i Muaz ile o Server,
Bu dünyada, bir daha hiç görüşemediler.

Yine sahabilerden, Kays ibni Semmas’a da,
Buyurdu ki: (Sen şehid olursun bir savaşta.)

O günden itibaren yıllar geçti aradan.
Hazret-i Ebu Bekir halifeyken bir zaman,

Yemame savaşına katılıp bu sahabi,
Şehid oldu Resulün buyurdukları gibi.

Yine Peygamberimiz, etseydi her ne dua,
O, kabul oluyordu Hak teâlâ katında.

Ümmü Hiram adında vardı ki bir hanım zat,
Süt teyzesi olurdu Resulün hem de bizzat.

Medine'de bir evi var idi bu hatunun.
Sık sık ziyaretine giderdi Resul onun.

Yine bir gün o Server, o haneye vardılar.
Ve bir müddet uyuyup, gülerek uyandılar.

Hazret-i Ümmü Hiram, Resulün bu halini,
Görünce, merak edip sordu şu sualini:

Dedi: (Ya Resulallah, uyudunuz kalktınız.
Lakin sebep neydi ki, gülerek uyandınız?)

Buyurdu ki: (Rüyamda, bazısı ümmetimden,
Gazaya giderlerdi, gemilerle denizden.)

Dedi: (Ya Resulallah, dua buyur bana da,
Ben dahi bulunayım onlarla o gazada.)

Ricasını kırmayıp buyurdu: (Ya ilahi!
O deniz seferinde bulundur bunu dahi.)

Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hatta Resul-i ekrem göç etti bu dünyadan.

Ve hazret-i Osman’ın o zaman emri ile,
Bir sefer düzenlendi Kıbrıs’a gemilerle. 

Buna, Ümmü Hiram da iştirak eylemişti.
Çünkü Resul-i ekrem, ona dua etmişti.

O an, bulunuyordu seksenaltı yaşında.
Şehid olmak isterdi bu deniz savaşında.

Ulaştı mücahidler Kıbrıs'a çok geçmeden.
Rumlarla çok şiddetli cenk başladı peşinden.

Ümmü Hiram, çok yaşlı olduğu halde o gün,
Savaştı aslan gibi, himmetiyle Resulün.

Onun hali, herkesi düşürürdü hayrete.
Gençler onu gördükçe gelirlerdi gayrete.

Ve lakin Larnaka da, atı tökezlenerek,
Düştü ve şehid oldu, en son (Allah!) diyerek.
 


Ağaçlar selam aldı

Abdullah bin Abbas’ın annesini, o Server,
Görerek, kendisine verdi şöyle bir haber:

Buyurdu ki: (Ey hatun, çok yakında senin bir,
Oğlun olacaktır ki, doğunca bana getir.)


Çok geçmeden bir oğlu olmuştu hakikaten.
Alıp, Resulullaha getirdi onu hemen.

Resulullah, çocuğu aldı ondan severek.
Buyurdu: (Halifeler babasıdır bu bebek.) 

Buna vakıf olunca hazret-i Abbas dahi,
Gitti Resulullahın yanına bizatihi.

Dedi: (Ya Resulallah, oğlumuzun hakkında,
Halifeler babası dediniz mi yakında?)

Buyurdu ki: (Ya Abbas, söyledim öyle, evet.
Çünkü halifelerin babasıdır o elbet.)

Velhasıl Resulullah nasıl buyurdu ise,
Hakikaten aynıyle vuku buldu hadise.

Abbasi devletinin zira her halifesi,
Abdullah bin Abbas’ın soyundan geldi hepsi.

Yine nakledilir ki Aliyyül Mürteza’dan:
Çağırdı Resul beni huzuruna bir zaman.

Ve bana buyurdu ki: (Ya Ali, bin devene.
Zira kadı olarak gideceksin Yemen'e.)

Dedim: (Ya Resulallah, baş üstüne ve lakin,
Bu hususta, size bir arzı var bu fakirin.

Şöyle ki, görmüyorum kendimi buna ehil.
Zira henüz çok gencim, ilmim de kâfi değil.)

O zaman Resulullah, mübarek elleriyle,
Göğsümü sıvazlayıp buyurdular ki şöyle:

(Ya Rabbi, sen Ali'ye ihsan et ilim, hikmet.
Ve bu vazifesinde ver ona tam ehliyet.)


Sonra da saadetle buyurdu ki: (Ya Ali!
Haydi git, zira seni bekliyor o ahali.

Müslüman olmayanlar varsa da içlerinde,
Onlar da iman eder, seni gördüklerinde.

Ya Ali, sen Yemen'e varmadan biraz evvel,
Bir tepe üzerinden geçeceksin muhtemel.

O tepeye varınca, görürsün ki o ara,
İnsanlar, senin için dökülmüşler yollara.

O zaman nida et ki: Ey ağaçlar, ey taşlar!
Allah'ın Resulünün size selamları var.)

(Baş üstüne) diyerek çıktı yola velhasıl.
Buyurulan tepeye nihayet oldu vasıl.

Resulün selamını söyleyince o dağda,
Bir anda kopuverdi bir uğultu, dağdağa.

Ne kadar taş ve ağaç var ise dağda eğer,
Resulün selamını aldılar hep beraber.

Kâfirler görür görmez Ondan bu kerameti,
Derhal iman ettiler, getirip şehadeti.


Üç dua

Peygamber efendimiz, Sahabe-i kiramdan, 
Enes bin Malik için dua etti bir zaman.

Buyurdu ki: (Ya Rabbi, çoğalt bunun malını.
Ömrünü uzun edip, affet günahlarını.)

Bu dua sebebiyle Enes hazretlerinin,
Çoğaldı malı mülkü ve gayet oldu zengin.

Ağaçları, bağları meyve verdi her sene.
Yüz çocuk ihsan etti Rabbimiz kendisine.

Ömrünün sonlarında, yüz oldu yaşı dahi.
Rabbine yalvararak, dedi ki: (Ya ilahi!

Habibinin, hakkımda ettiği üç duadan,
İkisi kabul oldu, hamdolsun sana her an.

Geriye üçüncüsü, son dua kaldı ancak.
Yani günahlarımın affı nasıl olacak?)

O esnada, gaibden duyuldu şöyle bir ses:
(Onu da kabul ettik, sen üzülme ya Enes!)

Yine sahabilerden Malik bin Rebia’ya,
Bakarak, kendisine eyledi hayır dua.

Evlatları hakkında buyurdu ki: (İlahi!
Bereketli kıl bunun evlatlarını dahi.)

Yine bu duası da indallah oldu kabul.
İhsan etti Rabbimiz ona da seksen oğul.

Yine sahabilerden Urve ibni Cud için,
Buyurdu ki: (Kazançlı olsun senin her işin.)

Bu kişi, ticaret ve alışveriş yapardı.
Bu dua sebebiyle kazancı pek çok arttı.

Bir gün de, kerimesi Fatıma’yı görmüştü.
Lakin onun haline, bakarak üzülmüştü.

Zira benzi, açlıktan sararmıştı o anda.
Elini omuzuna götürüp etti dua.

Buyurdu ki: (Ya Rabbi, ey açları doyuran!
Kızım Fatıma'yı da aç koyma hiç bir zaman.)

O anda Fatıma'nın can geldi bedenine.
Ve hiç açlık çekmedi o günden sonra yine.

Yine Peygamberimiz, Acem padişahına,
Bir mektup göndererek, davet etti imana.

Lakin o, okuyunca huzuru kaçtı birden.
Ve mektubu yırtarak, yere attı kibrinden.

Allah'ın Resulüne ulaşınca bu haber,
Çok üzüldü bu hale o Sevgili Peygamber.

Dedi: (O, mektubumu parçaladığı gibi,
Sen de onun mülkünü yırt, parçala ya Rabbi!)

Çok geçmemiş idi ki aradan fazla zaman,
Hançerlendi bir gece, öz oğlu tarafından.

Ve hazret-i Ömer'in hilafetinde ise,
O ülke fethedilip, tamamen geçti bize.

Yani Hüsrev Perviz’in mülkü de, kendi gibi,
Parçalanıp yok oldu, kalmadı izi dahi.
 



Ateş kuyusu

Resulullah, İslam’ın ilk geldiği yıllarda,
Emr-i maruf yapardı halka çarşı pazarda.

Hakem bin As adında bir müşrik de, ardından,
Gelir ve taklidini yapardı çoğu zaman.

Bir gün yine görünce Allah'ın Resulünü,
Arkasından giderek, buruşturdu yüzünü.

O, tam böyle yaparken kaş göz işaretleri,
Peygamber efendimiz, o anda döndü geri.

Onun çirkin halini görür görmez o Server,
Buyurdu ki: (Devamlı bu şekilde kalıver.)

O anda yüzü gözü, oynak vaziyetteydi.
Kala kaldı öylece ve asla düzelmedi.

Yine Resulullahı, Hak teâlâ her zaman,
Korurdu düşmanların zarar ve ziyanından.

Bir zaman Ebu Cehil, büyükçe bir taş aldı.
Beytullaha gelerek, beklemeye başladı.

Maksadı, Resulullah oraya geldiğinde,
Başına vurmak idi secdeye indiğinde.

Az sonra Resulullah, teşrif etti ve hemen,
Namaza duruverdi orada beklemeden.

Kalktı hemen o kâfir, elinde koca bir taş.
Resulün arkasından yaklaştı yavaş yavaş.

Az sonra Resulullah, secdeye vardığında,
Daha da ilerleyip, durdu hemen ardında.

Ve o taşı kaldırıp, vuracaktı ki, birden,
Bir telaşa kapılıp, o taş düştü elinden.

Bir şeyden korkmuş gibi titriyordu elleri.
Geri dönüp, süratle terk eyledi o yeri.

Kâfirler merak edip, sordular ona hemen:
(Niçin taşı vurmayıp, geri kaçtın o yerden?)

Dedi ki: (Hiç sormayın, yaklaşınca yanına,
Koskoca bir ejderha hücuma geçti bana.

Öyle çok heybetli ve büyüktü ki hem başı,
Ondan korkup, düşürdüm elimdeki o taşı. 

Görmedim ben ömrümde öyle korkunç bir hayvan.
Elimde olmaksızın firar ettim oradan.)

Bir gün de Ebu Cehil, sordu ki kâfirlere:
(Muhammed, namaz için gelecek mi bu yere?)

Onlar (Evet) deyince, dedi ki: (Çok geçmeden,
Şu bıçakla, işini bitireceğim hemen.)

Ertesi gün o Server, namaza durdu gelip.
O, gitti arkasından gizlice ilerleyip.

Bıçağını kaldırıp vuracaktı ki, birden,
Bir korkuya kapılıp, firar etti o yerden.

(Ne için kaçtın?) diye ona sorduklarında,
Dedi: (Ateş kuyusu hasıl oldu anında.

Birileri, üstüme saldırıyordu, gördüm.
Korkup, hemen acele oradan geri döndüm.)



Seni kim kurtarır?

Peygamber efendimiz yine günün birinde,
Yalnızca yatıyordu bir ağacın dibinde.

O ara müşriklerden Da'sur adında biri,
Baktı, tenha yerdedir Allah'ın Peygamberi.

Bu müşrik, çok kuvvetli bir pehlivandı yine.
Geldi ses çıkarmadan o ağacın dibine.

Sonra da kılıcını, çekip hemen belinden,
Dedi ki: (Kim kurtarır seni benim elimden?)

Peygamber efendimiz, soğukkanlı bir tavır,
Alarak, buyurdu ki: (Beni, Rabbim kurtarır.)

O esnada Cebrail görünüp birdenbire,
O müşrikin göğsüne vurarak yıktı yere.

Elindeki kılıç da, yere düştü fırlayıp.
Peygamber efendimiz, kılıcı yerden alıp,

Müşrikin boğazına dayadı sonra birden.
Buyurdu: (Kim kurtarır seni benim elimden?)

O, yalvaran gözlerle bakıp Resulullaha,
Dedi ki: (Senden başka bir kimse yoktur daha.)

Peygamber efendimiz, merhamet etti yine.
Buyurdu ki: (Serbestsin, haydi kalk, git evine!)

Müşrik, bu merhameti görüp çok duygulandı.
Peygamber olduğuna pek yakinen inandı.

Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
İmanla şereflenip, oldu sahabilerden.

Ve yine iki müşrik, Amir ve Erbed diye,
Vardı ki, bunlar bir gün geldiler Medine'ye.

Gayeleri, Resulü öldürmekti ki hemen,
Plan hazırladılar bunun için evvelden.

Amir, Resulullahın önüne gelecekti.
Ve iman ettiğini Ona söyleyecekti.

O esnada Erbed de, arkadan gelip hemen,
Yaklaşıp, kılıcını vuracaktı aniden.

Nihayet Amir geldi, önden tevazu ile.
Müslüman olduğunu arz eyledi Resule.

Erbed de, arkasından yaklaştı o Serverin.
Bir türlü kılıcını vuramıyordu lakin.

Amir, ona gözüyle işaret ediyordu.
(Haydi, ne duruyorsun, vur!) demek istiyordu.

Resulullah anlayıp, buyurdu ki o zaman:
(Korudu Rabbim beni, sizin zararınızdan.)

Oradan ayrılıp da geri geldiklerinde,
Amir, arkadaşına sordu merak içinde.

Dedi: (Ne konuşmuştuk, sen sözünde durmadın.
Niçin ben konuşurken, sen kılıçla vurmadın?)

Dedi ki: (Ne yapayım, ben kılıcı, kaç kere,
Vurmak istedimse de, sen girdin ara yere.

Seni, Onun yerinde görüyordum her sefer.
Seni öldürecektim vurmuş olsaydım eğer.)
 


Kuş ve ayakkabı

Bir gün Peygamberimiz, abdest aldı sahrada.
Ve ayakkabısını giyeceği sırada,

Yukardan bir kuş gelip, bir tanesini aldı.
Ve o ayakkabıyla birlikte havalandı.

Resulullah o kuşa bakıyorken, bu kere,
Ayakkabı içinden bir yılan düştü yere.

Sonra da o pabucu, kuş getirip tekrardan,
Aldığı yere koyup, uzaklaştı oradan.

Yine Peygamberimiz, gazalarda, çöllerde,
Bilhassa tehlikeli zaman ve mahallerde,

Kendini muhafaza etmek için düşmandan,
Bekçi ve muhafızlar koyardı çoğu zaman.

Ne zaman ki bir âyet inince o Servere,
Artık lüzum kalmadı muhafız kimselere.

Zira buyuruldu ki o âyette mealen:
(Seni, Allah hıfzeder insanların şerrinden.)

Yine Resulullahın mübarek bedenine,
Değen bir şey, yanmazdı, ateşe girse bile.

Ve nitekim Enes bin Malik’in bir mendili,
Vardı, Resulullahın hediye eylediği.

O mendil kirlenince, ateşe atıyordu.
Kirleri temizlenip, kendisi yanmıyordu.

Selman-ı Farisi de, önce mecusi iken,
Sonunda iman edip, oldu sahabilerden.

O der ki: Bir İsevi âlimi, bana bir gün,
Şu üç alametini bildirmişti Resulün:

(Sadaka almaz ama, kabul eder hediye.
Sırtında bir ben vardır, mühr-ü nübüvvet diye.)

Ben bunu öğrenince, bir miktar hurma aldım.
Gidip, Resulullahın huzurlarına vardım.

Dedim: (Bu sadakadır, lütfen kabul ediniz.
Arkadaşlarınızla beraberce yiyiniz.)

Eshabını çağırıp, buyurdu: (Yiyin bundan.)
Ve lakin hiç yemedi kendisi o hurmadan.

Bu, birinci delildi Peygamber olduğuna.
Az hurma daha alıp, vardım huzurlarına.

O bir avuç hurmayı çıkarıp takdim ettim.
Dedim ki: (Bu hurmalar, hediyedir efendim.)

Çağırdı Sahabeyi huzuruna bu sefer.
Ve yedi kendisi de Eshabiyle beraber.

Yirmibeş tane idi o hurmalar vallahi.
Çekirdekleri saydım, fazlaydı bin’den dahi.

Ertesi gün, Resulün yanına gittim yine.
O ise gidiyordu bir mevtanın defnine.

Mühr-ü nübüvvetini görmekti arzum o gün.
Bu niyetle yanına yaklaştım o Resulün.

Muradımı anlayıp, kaldırdı gömleğini.
Görmekle şereflendim Mühr-ü nübüvvetini.
 

Katırcının ihaneti

Peygamber efendimiz Medine'de bir ara,
Mektup yazıp gönderdi bazı hükümdarlara.

Lakin bu mektupları götüren sahabiler,
O yerlerin dilini hiç bilmiyor idiler.

Ama Resulullahın bir mucizesi ile,
Hep aşina oldular herbirisi o dile.

Hatta o topraklara basar basmaz ilk ayak,
O dili konuştular bir mucize olarak.

Yine Zeyd bin Harise hazretleri, bir kere,
Kira ile katırcı tutup çıktı sefere.

Ve lakin o katırcı, ona edip ihanet,
Öldürmek isteyince, istedi biraz mühlet.

Ve orada kılarak iki rekat bir namaz,
Allahü teâlâya eyledi şöyle niyaz:

(Resulün hürmetine ya ilahel âlemin!
Bu zalimin şerrinden sen beni eyle emin.)

O esnada oraya, biri girdi aniden.
Katırcıyı, kılıçla öldürdü vurup hemen.

Buna, Zeyd bin Harise memnun oldu bir nice.
Ona, kim olduğunu sual etti hemence.

O ise cevabında dedi ki: (Ben meleğim.
Sen dua ettiğinde, yedinci kat gökteydim.

Vakta ki dua ettin Resulün hatırına.
Rabbimizin emriyle yetiştim yardımına.)

Yine Resulullahın sevgili Eshabından,
Sefine hazretleri var idi ki o zaman,

Bir gazaya giderken bu sahabi, bir ara,
Ordudan ayrılarak, esir düştü rumlara.

Sonra, bir fırsatını bulup kaçtı oradan.
Ve İslam ordusunu aradı hiç durmadan.

Bir gün gidiyordu ki çok ıssız bir alanda,
Koca bir arslan çıktı karşısına o anda.

Tam saldıracaktı ki kendisine o arslan,
Hayvana, şu şekilde hitab etti o zaman:

(Ben, Peygamberimizin hizmetçilerindenim.
Onun askerleriyle bir gazaya giderdim.

Biraz ayrılmıştım ki ordumuzdan bir ara,
Tenhada yalnız kalıp, esir düştüm rumlara.

Şimdi ise kurtulup, ordumu arıyordum.
Bir an önce onlara yetişeyim diyordum.)

Arslan, Resulullahın ismini işitince,
Durdu ve insan gibi mahcub oldu bir nice.

Yüzünü ve gözünü sürerek ona hatta,
Sanki özür diledi kendisinden adeta.

Düşmandan kendisine herhangi zarar, ziyan,
Erişmesin diye de ayrılmadı yanından.

Ne zaman ki göründü İslam mücahitleri,
O zaman kendisinden ayrılıp gitti geri.



Kırma dediler, ama...

Osman ibni Affan’ın şehid edildiği gün,
Bir mucizesi daha gerçekleşti Resulün.

Nitekim bir isyancı, intikam hırsı ile,
Ve hazret-i Osman'a olan düşmanlığıyle,

Doğruca hanesine gitti o Halifenin.
Girip, her tarafına göz gezdirdi hanenin.

Maksadı, eşyasına vermekti zarar, ziyan.
O esnada köşede bir asa gördü o an. 

O Server, bu asayı kullanıp sonra yine,
Hediye etmişlerdi Osman-ı zinnureyn'e.

Bu asayı görünce, gidip aldı o bedbaht.
Dizine karşı verip, kırmayı etti murad.

Ve lakin başkaları, onu ikaz ettiler.
(Resulün asasıdır, sakın kırma!) dediler.

O yine bu asayı, karşı verip dizine,
Ona düşmanlığından, sonunda kırdı yine.

Ve lakin o dizinde, geçmeden fazla zaman,
Şirpençe hastalığı zuhur etti sonradan.

Bu dertten çok ızdırap ve acı çekti gayet.
Ve aynı hastalıktan, ölüp gitti nihayet.

Ebu Katade’nin de, Uhud cenginde yine,
Gözü çıkıp düşmüştü, yanağı üzerine.

Onu, o vaziyette Resule ilettiler.
Onun çıkan gözünü, tutup aldı o Server.

Ve mübarek eliyle yerleştirip yerine,
Buyurdu ki: (Ya Rabbi, şifa ver bu gözüne.)

Dua bereketiyle o anda gözü gördü.
Hatta diğer gözünden, daha iyi görürdü.


Sağ elinle ye!

Kim yalan konuşsaydı Resule karşı eğer,
Muhakkak cezasını çekerdi o kimseler.

Nitekim bir hayâsız, o devirlerde bir gün,
Sol elle yemek yerdi huzurunda Resulün.

Peygamber efendimiz, o zaman o kimseye,
Buyurdu ki: (Ey kişi, daima sağ elle ye!)

O, yalan söyleyerek, o Resule cevaben,
Dedi: (Yiyemiyorum sağ elimle ama ben.)

Resulullah, bir daha (Sağ elle ye!) buyurdu.
O, (Mümkün değil) deyip, yine yalan uydurdu.

Peygamber-i zişâna yalan söylediğinden,
Artık o, sağ el ile yiyemez oldu birden.

Ve hatta istese de, yine yiyemiyordu.
Çünkü asla sağ eli, ağzına gitmiyordu.

Peygamber efendimiz, bir kimse için yine,
Eğer dua etseydi, o gelirdi yerine.

İşte Ebu Hüreyre, bu babta diyor ki hem:
İmana gelmemişti önceleri validem.

Ne kadar uğraştıysam, hiç fayda vermemişti.
Ne yolu denediysem, asla kâr etmemişti.

Bazan yumuşaklıkla, bazan da sert söyledim.
Olmayınca, son çare Resulullaha geldim.

Dedim: (Ya Resulallah, anneme dua buyur.
Hak teâlâ, kalbine versin hidayet ve nur.)

Merhamet buyurarak, el kaldırıp o zaman,
Dua buyurdular ki, validem etsin iman.

Ben buna çok sevinip, ayrıldım o Resulden.
Büyük bir ümit ile anneme gittim hemen.

Yanına varmak için sabırsızlanıyordum.
İmana geldiğini görür müyüm diyordum.

Bunları düşünerek eve vardım böylece.
Kapıyı çaldımsa da, açılmadı hemence.

Gayet sabırsızlanıp, kapıyı tekrar çaldım.
Yine açılmayınca, bir hayli meraklandım.

Ben böyle bekliyorken, kapıya geldi annem.
Şehadet söylüyordu açarken kapıyı hem.

Dedi ki: (Biraz önce, otururken şurada,
Kalbim birden değişip, yumuşadı bir anda.

Yani İslam’a karşı, bende bir meyil oldu.
Kalbim, Resulullahın muhabbetiyle doldu.

İçimden abdest almak ihtiyacını duydum.
Sen kapıya vururken, ben abdest alıyordum.)

Ben bunları duyunca, ağladım sevincimden.
Hemen birbirimize sarıldık bu sevinçten.

Resulullaha gittim daha sonra ben yalnız.
Dedim: (Elhamdülillah, kabul oldu duanız.)

Peygamber-i zişân da, buna çok sevindiler.
(Sonsuz şükürler olsun Rabbimize) dediler.
 

Bir avuç un

Enes bin Malik der ki: Resul aleyhisselam,
Medine'ye gelince, yaşım sekiz idi tam.

Validem Ümmü Süleym, bir gün biraz un bulmuş. 
Komşudan da süt alıp, ikisini yuğurmuş.

Pişirip, sonra bana dedi ki: (Git hemence. 
Babanı çağır gelsin, yiyelim beraberce.)

(Peki) deyip, mescide koşuverdim anında.
Baktım, babam oturmuş Resulün tam yanında.

Ben, Peygamberimizi görür görmez ansızın,
Doğruca Ona vardım, elimde olmaksızın.

Dedim: (Ya Resulallah, yemek yaptı validem.
Sizi yemek yemeye çağırıyor şimdi hem.)

O Server seslendi ki cümle cemaatine:
(Kalkın, Ümmü Süleym'in gidelim davetine!)

Derhal Resulullahla birlikte o topluluk,
Yürüyüp, bizim eve az sonra vasıl olduk.

Resulullah sordu ki hem babama bakarak:
(Neler hazırladınız bize yemek olarak?)

Babam arz eyledi ki: (Bilmiyorum vallahi.
(Dünden beri, hiç bir şey yemedim kendim dahi.)

Peygamber efendimiz buyurdu: (İyi ama,
Zevcen çağırmadı mı şimdi bizi taama?) 

Babam içeri geçip, sordu bunu annemden.
Gelip, Resulullaha arz etti şöyle hemen:

(Hanımımın eline, biraz un geçivermiş.
Biraz da süt bularak, hamur edip pişirmiş.)

Babam böyle deyince, o zaman Efendimiz,
Buyurdu: (O yemeği yanıma getiriniz.)

Getirdik, ellerini koydu kabın üstüne.
Sonra bereket için, bir dua etti yine.

Tam yetmiş kişi idi, hepsi yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.

Zeyd bin Harise dahi, anlatır şu hususu:
Bizim kabilemizin vardı bir su kuyusu.

Kışın iyi ise de ve lakin yaz gelince,
Nedense içinde su, azalırdı hemence.

Bunun için toplanıp, Resulullaha gittik.
Kuyunun bu halini, kendisine arz ettik.

Dedik: (Ya Resulallah, lütfen dua buyurun.
Suyu, bize yazın da yetişsin bu kuyunun.)

Peygamber efendimiz, derdimizi dinleyip,
Sonra yerden bir miktar taş topladı eğilip.

Ve bize buyurdu ki: (Bu taşları alınız.
O kuyunun içine, birer birer atınız.)

(Peki ya Resulallah!) diyerek biz ayrıldık.
O taşlarla birlikte, kuyu başına vardık.

O taşları atınca, gördük ki çok aşikâr,
Yükseldi kuyu suyu, hem de ağzına kadar.




O benim olsun mu?

Sahabe-i kiramdan Huzeyme hazretleri, 
Diyor ki: Gördüm bir gün hazret-i Peygamberi.

Buyurdu: (Ya Huzeyme, bir rüya gördüm ki ben,
Eshabım Buheyra’yı fethetmişti tamamen.

Ve hatta kumandanın kızı Nesimayı da,
Esir almışlar idi Eshabım o esnada.

Beyaz deveye binmiş, şöyleydi kıyafeti.
Hak teâlâ ilerde, nasib eder bu fethi.)

Resulullahtan böyle bir müjde işitince,
Huzeyme hazretleri sual etti şöylece:

(Ben dahi o gazada hazır bulunur isem,
Buyurduğunuz hatun, olsun mu benim kölem?)

Resulullah cevaben buyurdular ki: (Evet.
Nesima, harpten sonra verilsin sana elbet.)

Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Hatta Peygamberimiz, göç etti bu dünyadan.

Hazret-i Ebu Bekrin devrinde, bir gün yine,
Çıktı İslam ordusu, Buheyra’nın fethine.

Halid bin Velid idi bu orduya kumandan.
Hazret-i Huzeyme de orduda vardı o an.

Kendisi anlatır ki: Nihayet bitti sefer.
Allah'ın yardımıyla fetih oldu müyesser.

Ben, esirler içinde bir kadını görünce,
Seneler öncesini hatırladım hemence.

Zira bir vaadi vardı, bana Resulullahın.
Düşündüm: Budur işte, buyurulan o kadın.

O günü hatırlayıp, bir hayli duygulandım.
Ve Peygamberimizi düşünüp çok ağladım.

Ve hemen Nesima’yı indirip o deveden,
Başkumandan Halid'in yanına vardım hemen.

Söyleyip kendisine, Resulün o sözünü,
Dedim: (Bana vermişti Nesima'yı o günü.)

Bana, (Şahidin var mı?) diye sual edince,
Sahabeden üç kişi, şahid oldu hemence.

O zaman tasdik edip, anlattığım vak’ayı,
Bana teslim eyledi hemence Nesima’yı.

Bir gün de, bir kaç kişi, bir koyun sürüsüyle,
Bir şey arz etmek için, geldiler o Resule.

Dediler: (Çok fazladır bizim koyunlarımız.
Başkalarınınkiyle karışır bunlar yalnız.

Karışmaması için, başka bir sürü ile,
Ne tedbir almamızı, edersiniz tavsiye?)

Resulullah o zaman, bakıp koyunlarına,
Bir işaret buyurdu sonra kulaklarına.

O anda, sürüdeki koyunların tamamen,
Kulaklarının rengi, siyaha döndü hemen.

O günden itibaren, o nesilden koyunlar,
Hep siyah kulaklıdır zamanımıza kadar.


Kurt ve kertenkele

Resulullah devrinde, dağ başında bir çoban,
Kırda, koyunlarını otlattığı bir zaman,

Bir kurt, gelip kaçırdı koyunlardan birini.
Çoban, takib ederek buldu kurdun yerini.

Ve kurtardı koyunu, o kurdun pençesinden.
Lakin kurt dile gelip, seslendi ki peşinden:

(Ey çoban, o koyunu niçin benden alırsın?
Rızka mani olmaya Allah'tan korkmaz mısın?)

Çoban bunu duyunca, pek çok hayret eyledi.
(Ne garip, insan gibi konuşan bir kurt) dedi.

Kurt dedi ki: (Sen buna garip dersin ve lakin,
Bundan daha gariptir halbuki senin halin.

Zira sen, koyunların tanırsın herbirini.
Ve lakin tanımazsın kendi Peygamberini.

Onunla aranızda, sadece bir vadi var.
Haydi git, sen de ona tâbi ol, etme inkâr.)

Dedi: (Kime emanet edeyim koyunları?)
Kurt dedi: (Ben beklerim, sen düşünme onları.)

Çoban, koyunlarını kurda edip emanet,
Resulün huzuruna vasıl oldu nihayet.

Resulullah, görünce çobanın geldiğini,
Buyurdu: (Haydi anlat kurdun hikayesini.)

Çoban, hayret içinde (Peki) dedi ve hemen,
Anlattı o Resule hadiseyi tamamen.

Ve şehadet getirip o Resulün yanında,
İman edip, Eshabdan oluverdi anında.

Bir gün de, Eshabiyle otururken o Server,
Huzuruna, bir köylü çıkageldi bu sefer.

Elinde kertenkele tutuyordu o hatta.
O hayvanı gösterip, Server-i kâinata,

Dedi: (Şu kertenkele tasdik ederse seni,
Ben de tasdik ederim senin nübüvvetini.)

O Server hitab edip, sordu ki o hayvana:
(Kime kulluk edersin ey mahluk, söyle bana?)

Hayvan dile gelerek, dedi: (Ey Peygamberim!
Allahü teâlâya ancak kulluk ederim.)

Resulullah buyurdu: (Peki ey kertenkele!
Benim kim olduğumu, açıkça beyan eyle.)

Hayvan, fasih lisanla dedi: (Ya Resulallah!
Sen, Allah'ın kulu ve Peygamberisin vallah.

Mahlukatın içinde, en şerefli kişisin.
Cihanın efendisi, Hüdâ’nın Habibisin.)

Köylü, kertenkeleden duyunca bu sözleri,
Şaşkın bir vaziyette oturdu diz üzeri.

Kelime-i şehadet getirip en sonunda,
Girdi İslam dinine, Resulün huzurunda.

Dedi: (Can-ü gönülden iman ettim ben dahi.
Sen Allah'ın kulu ve Resulüsün vallahi.)
 


Ağaç selam alınca

Peygamber efendimiz evinde otururken,
Hazret-i Ebu Bekir kapıyı çaldı birden.

İzin alıp girince huzuruna Resulün,
Dedi: (Ya Resulallah, çok fazla açım bu gün.)

Sonra hazret-i Ömer gelip girdi içeri.
O da Resulullaha arz etti aynı şeyi.

Yine geçmemişti ki aradan fazla zaman,
Bu sefer de içeri girdi hazret-i Osman.

O dahi onlar gibi girince içeriye,
Arz etti o Servere: (Çok açım şimdi) diye.

Nihayet biraz sonra geldi hazret-i Ali.
O da, Resulullaha arz etti aynı hali.

Peygamber efendimiz, üzüldüler buna pek.
Zira yoktu evinde hiç bir şey yedirecek. 

Söyledi üzülerek hakikati onlara.
Hatta kendisi dahi, çok aç idi o ara.

Hem mübarek karnında üç taş bağlı dururdu.
Üç gün yemek yememek alameti idi bu.

Ali bin Ebi Talip arz etti ki: (Şimdi biz,
Mikdad ibni Esved'e gidelim isterseniz.

Zira onun bahçede, bir hurma ağacı var.
Gidersek ikram eder, olmuştur o hurmalar.)

Peygamber efendimiz, Onun bu teklifine,
(Peki) deyip, gittiler hemen onun evine.

Ev sahibi görünce, şaşırdı sevincinden.
Zira Resulullahtı evine teşrif eden.

Dedi: (Ya Resulallah, fedadır canım sana.
İçeriye buyurun, ne şereftir bu bana.) 

Peygamber-i zişânla, bu ulu misafirler,
Mikdad'ın hanesinden içeriye girdiler.

Biraz sonra: (Ya Mikdad, hiç hurma var mı?) diye,
Peygamber efendimiz, sordu bu sahabiye.

Bu sual karşısında, üzüldü ev sahibi.
Ve şöyle arz etti ki: (Ey Allah'ın Habibi!

Az önce biraz vardı, dağıttık komşulara.
Maalesef o hurmadan hiç kalmadı şu ara.)

Aliyyül Mürteza'ya buyurdu ki o vakit:
(Şu hurma ağacına selamımı söyle git.)

(Peki ya Resulallah!) deyip hazret-i Ali,
Gitti hemen ağacın yanına bizatihi.

Ve şöyle seslendi ki o hurma ağacına:
(Allah’ın Resulü’nün selamları var sana.)

O esnada ağaçtan, (Aleyküm selam!) diye,
Resulün selamına cevap geldi Ali'ye.

Hatta aynı zamanda hurma doldu dalları.
Doldurdu bir sepete hemen o hurmaları.

Getirip arz eyledi Server-i enbiyaya.
Ve yediler onlardan hepsi de doya doya.


Cennetten gelen yemek

Peygamber efendimiz, günlerden bir gün yine,
Hazret-i Fatıma’nın teşrif etti evine.

Gördü ki, kızının ve çocukların yüzleri,
Solmuş ve kansızlıktan sararmış benizleri.

Üzülüp, sebebini sorunca Fatıma'dan,
O da Resulullaha arz eyledi o zaman. 

Dedi ki: (Babacığım, şudur ki buna sebep,
Ben ve onlar, üç gündür aç yatıp kalkarız hep.)

Resulullah bu hale gayet kederlendiler.
Ve hemen onlar için çok dua eylediler.

Hazret-i Fatıma'ya buyurdu ki sonra da:
(Ya Fatıma çık da bak, ne var karşı odada?)

Hazret-i Fatıma ve Hasen ile Hüseyin,
O odaya koştular, emriyle o Serverin.

Bir tabak gördüler ki, işlenmiş ziynet ile.
İçi de dolu idi yeni pişmiş et ile.

O yemekten devamlı yediler bir nice gün.
Yine de eksilmedi, duasıyle Resulün.

Ve lakin bir kadının kötü nazarı ile,
Daha sonra o tabak, kayboldu birdenbire.

Peygamber efendimiz buyurdu ki bu babta:
(Size ben söylerim ki yemin ederek hatta,

O kadının nazarı değmeseydi gerçekten,
Hayatınız boyunca yerdiniz o yemekten.)

Bir gün de, Eshabıyla Allah'ın Peygamberi,
Otururken, o yere gelmişti köylü biri.

Elinde torba ile yaklaşarak o ara,
(Muhammed kimdir?) diye sual etti onlara.

Öğrenince, yaklaşıp sordu ki: (Ya Muhammed!
Şu torbada ne vardır, biliyorsan beyan et.)

Peygamber efendimiz, tebessüm eylediler.
(Bilir isem, imana gelir misin?) dediler.

Köylü (Evet) deyince, buyurdu ki: (Sen bu gün,
İki güvercin ile, annelerini gördün.

Yavru güvercinleri, sen alıp da gidince,
Anneleri, ardından feryat etti bir nice.

Ve onların üstüne gelip attı kendini.
Sen de attın torbaya, o anne güvercini.)

Peygamber-i zişânın sözlerini takiben,
O köylü, elindeki torbayı açtı hemen.

Baktılar, bir anne kuş, iki de yavru yine.
Germiş kanatlarını onların üzerine.

Resulullah buyurdu: (Bakınız ki bunlara,
Ne çok merhametlidir anne kuş yavrulara.

Bir kul tövbe edince, o kula, Rabbimizin,
Şefkati, şefkatinden çoktur şu güvercinin.)

Köylü, bu mucizeyi görüp oldu Müslüman.
O güvercinleri de salıverdi o zaman.
 

Şimdi rahatladım

Aliyyül Mürteza’nın valideleri olan,
Fatıma binti Esed ayrılınca dünyadan,

Hemen Resulullaha verdiler bunu haber.
Ve lakin çok üzülüp, mahzun oldu o Server.

Buyurdu: (Bu hatunun hakkı çoktur üstümde.
Analık yaptı bana, zira küçüklüğümde.)

Cenaze namazını kendisi kıldırarak,
İndirdi kabrine de, gayet mahzun olarak.

Sonra da, (Ya Fatıma!) diye nida etti hem.
O da cevap verdi ki: (Buyur ya Fahr-i âlem!)

Buyurdu: (Sana kefil olmuştum iki şeyde.
Onları, Hak teâlâ verdi mi işbu yerde?)

(Evet ya Resulallah) deyince o cevaben,
Resulullah sevinip, kabirden çıktı hemen.

Daha sonra Eshabdan, birisi sual etti:
(Kabirde çok kaldınız, neydi bunun hikmeti?)

Buyurdu ki: (Bu hatun, hal-i hayatta iken,
Bir gün bana gelmişti, Kur'an okuyordum ben.

Ayetlerden birini tilavet eyleyince,
O, bunun manasını sual etti hemence.

Dedim: Şöyle buyurur burada cenâb-ı Hak:
İnsanlar haşr olunur yarın çıplak olarak.)

Çok üzülüp dedi ki: (O gün, avret yerlerim,
Açılırsa, o zaman ne olur halim benim?)

Baktım ki, çok üzülüp mahzun oldu bu halden.
Ben dahi kendisini teselli ettim hemen.

Dedim: (Bu gömleğimi giyersen kefen diye,
O zaman mahal kalmaz böyle bir üzüntüye.)

Ben böyle söyleyince, çok sevindi o buna.
Münker ile Nekir’i anlattım sonra ona.

Dedim: (Korkunç şekilde gelerek bu melekler,
İnsanları kabirde, sorguya çekecekler.)

O, yine çok üzüldü bunu da öğrenince,
Dedi: (Ben ne yaparım, onlar bana gelince?)

Ben yine kendisini teselli eyleyerek,
Dedim: (Korkunç gelmezler sana bu iki melek.)

Sonra da dua edip, dedim ki: (Ya ilahi!
Ona korkunç gönderme Münker ile Nekir'i.

Güzellikle gelsinler Fatıma'nın kabrine.
Geniş ve rahat olsun mezarı onun yine.)

Böyle dua edince, sevindi yine gayet.
Bu iki endişeden kurtuldu en nihayet.

Şimdi onu, elimle koyunca mezarına,
Bu hususlar hakkında seslenip sordum ona.

Dedim: (Kefil olduğum hususlarda, şimdi sen,
Kurtuldun mu o bana dediğin endişeden?)

Dedi: (Evet, onlardan kurtuldum tam olarak.
Versin mükafatını sana da cenâb-ı Hak.)
 

Habbab’ın aşkı

Bir yahudi âlimi ve bir de oğlu vardı.
Güzel yüzlü çocuğun (Habbab)tı hem de adı.

Bir gün bu, babasının odasına girince,
Gizli bir sandık görüp, meraklandı iyice.

Üstelik kilitliydi, açınca onu hemen,
Odaya nur fışkırdı o sandığın içinden.

Çok büyük hayret verdi bu hadise Habbab'a.
Düşündü: Bu gördüğüm, bir rüya mı acaba?

Daha sonra sandıkta, sayfalar gördü birden.
O nur, fışkırıyordu üstteki sahifeden.

Onda yazılıydı ki: (Resulullah Muhammed,
Allah'ın Habibi ve Peygamberidir elbet.

Onun kitabı, Kur'an, İslam’dır dini ise.
Ne mutlu Onu görüp, iman eden kimseye.)

Habbab bunu okuyup, Resule oldu aşık.
Onun için yanmaya başladı kalbi artık.

O, kendi kendisine şöyle diyordu ki hep:
(Ey Allah'ın Habibi, nerdesin şimdi acep?)

Ağlamaya başladı sonra da birdenbire.
Ve kendinden geçerek, bayılıp düştü yere.

Bir nice zaman sonra, kendine geldi lakin.
Babası onu görüp, sordu ki: (Ne bu halin?)

Dedi ki: (Babacığım, ben, son Peygamber olan,
Hazret-i Muhammed'e oldum aşık ve hayran.)

Vurulmuşa dönmüştü babası birdenbire.
Onu dövüp, hapsetti karanlık, dar bir yere.

Habbab ise orada, hep dua ediyordu.
(Ya rabbi, Habibini bana göster) diyordu.

O esnada gaibten, duydu şöyle bir nida:
(Ey Habbab, Resulullah şimdi bu yakınlarda.

Eğer Onu görmeyi çok arzu ediyorsan,
Şu yöne doğru yürü, başka yere sapmadan.)

Habbab bunu duyunca, kapıldı bir sevince.
Çıkıp, o yöne doğru yol katetti bir nice.

İlahi iradeyle o yöne gidiyordu.
Sanki Resulullaha doğru çekiliyordu. 

Nihayet Medine’ye geldi o aynı günde.
Yorulmuştu, oturdu bir kapının önünde.

Ev sahibi, Habbab'ı gördü ve sordu hemen: 
(Sen kimsin, nerden geldin, üzgünsün acep neden?) 

Dedi ki: (Nasıl geldim, ben dahi bilmiyorum.
Lakin son Peygamberin izini arıyorum.)

Anladı o sahabi Habbab'ın bu halini.
Dedi: (Ben biliyorum Allah'ın Habibini.)

Ve götürdü Habbab'ı Resulün huzuruna.
Kavuştu en nihayet bir aşık, maşukuna.

Nasıl şükredecekti, onu bilemiyordu.
Gözlerinden sel gibi göz yaşı iniyordu.

Nihayet çok sevdiği Resulün huzurunda,
İmanla şereflenip, Eshabdan oldu o da.


Ağaç yürüyor

Bir gün, bir köylü gelip Allah'ın Habibine,
Dedi ki: (Bir delilin var mı nübüvvetine?

Allah'ın hak Resulü olduğunu gösteren,
Bir mucize göster ki, inanayım sana ben.)

Peygamber efendimiz, o köylüye dönerek,
İlerdeki büyük bir ağacı göstererek,

Buyurdu: (Git öyleyse, şu ağacın yanına.
Seni Peygamberimiz çağırıyor de ona.)

Köylü, merak içinde ağaca ilerledi.
(Allah'ın Peygamberi seni istiyor) dedi.

O anda koca ağaç, toprağı yara yara,
Geldi Resulullahın huzuruna o ara.

Sonra dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, cümle mahlukların Peygamberisin vallah.)

Köylü, şaşkın bir halde dedi ki: (Ettim hayret.
Bir daha emir versen, eder mi geri avdet?)

Resulullah, ağaca buyurdu: (Git yerine!)
Ağaç geri giderek, yerine girdi yine.

Köylü bunu da görüp, fazlalaştı hayreti.
Resulullaha karşı çoğaldı muhabbeti.

Şehadeti söyleyip, girdi İslam dinine.
Dedi ki: (Tam inandım senin nübüvvetine.

Eğer izin verirsen, sana secde edeyim.
Mübarek ayağına, eğilip yüz süreyim.)

Buyurdu ki: (Ey köylü, hayır secde etme, dur!
Zira secde, yalnızca Rabbimize mahsustur.)

Hazret-i Ömer dahi, Resulün huzuruna,
Gelerek, bir hususu arz etti bir gün Ona.

Dedi: (Ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Nefsim hariç, her şeyden seni çok seviyorum.)

Peygamber efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Ya Ömer, ümmetimden eğer ki bir Müslüman,

Beni, kendi canından sevmezse daha fazla,
O kimsenin imanı mükemmel olmaz asla.

Yani beni, kendinden, seviyorsa daha az,
Bil ki onun imanı, asla kâmil olamaz.)

O zaman Ömer Faruk, dedi: (Ya Resulallah!
Seni, kendi canımdan fazla severim vallah.)

Onun bu beyanını beğenerek o Server,
Cevaben buyurdu ki: (Şimdi oldu ya Ömer.)

Bir gün de, biri gelip sordu Resulullaha:
(Kıyamete ne kadar zamanımız var daha?)

Peygamber efendimiz, ona sual etti ki:
(Kıyamet günü için ne hazır ettin peki?)

Dedi: (Ya Resulallah, fazla bir taat ile,
Hiç hazırlanamadım nafile ibadetle.

Ama Resulullaha pek çoktur muhabbetim.
Kıyamet günü için, hazırlığım bu benim.)

Resulullah buyurdu: (Öyleyse ahirette,
Sevdiğin kimse ile bulunursun elbette.)


Dirilen delikanlı

İbrahim bin Hammad’dan nakledilir ki şöyle:
Ganimetten bir merkep düşmüştü o Resule.

Ona, (Yafur) adını verip Fahr-i kâinat.
Hususi hizmetinde kullandı onu bizzat.

Çağırmak isteseydi Eshabından birini,
Gönderirdi hemence ona bu merkebini.

O gidip, başı ile kapıya vuruyordu.
O da, çağrıldığını böylece anlıyordu. 

Resulullah göçünce ahiret âlemine,
Yafur dayanamadı ayrılık elemine.

Divane gibi olup, dolaştı orda burda.
Fazla dayanamayıp, nihayet öldü o da.

Ve yine bir seferde, mücahitler ordusu,
Bir yere geldiler ki, yok idi bir damla su.

Üçyüz kişi vardı ki, Sahabe-i kiramdan,
Hepsi, kıvranıyordu susuzluktan o zaman.

Orda bir keçi bulup, o sıra mücahidler,
Hemen Resulullahın yanına getirdiler. 

O Server onu sağıp, dağıttı askerine.
O sütten, üçyüz kişi içti de arttı yine.

Yine namaz kılarken bir gün Fahr-i kâinat,
Başlamadan, atına verdi şöyle talimat.

Buyurdu: (Ben namazı bitirinceye kadar,
Sen, bir yere ayrılma ve bekle aynı karar.)

Ona böyle buyurup, namaza durdu hemen.
O at, Resulullahı dinledi hakikaten.

Namaz bitene kadar, durdu at o haliyle.
Hatta bir azasını kımıldatmadı bile.

Bir gün de, o Servere, yine bazı kimseler,
Yeni dünyaya gelmiş bir bebek getirdiler.

Resul aldı bebeği mübarek kucağına.
Ve (Ey bebek, ben kimim?) diyerek sordu ona.

Yeni doğmuş o bebek, konuşup gayet düzgün,
Dedi ki: (Sen elbette Allah'ın Resulüsün.)

Bu cevap, memnun etti Allah'ın Resulünü.
Buyurdu: (Uzun etsin Allah senin ömrünü.)

Enes bin Malik dahi naklediyor ki bizzat:
Ensardan genç birisi, eyledi bir gün vefat.

Çok yaşlı bir annesi kalmış idi geriye.
Gittik kadıncağızı etmek için taziye.

Oğlunun cenazesi, yanında duruyordu.
Kadın, üzüntüsünden devamlı ağlıyordu.

Yani çok dertli idi kadıncağız o anda.
Ellerini açarak bulundu bir duada.

Dedi ki: (Ya ilahi, Habibin hürmetine,
Vefat eden oğlumu geri ver bana yine.)

O anda delikanlı, açtı hemen gözünü.
Dirilip, bizim ile yemek yedi o günü.
 

Onu çok severlerdi

Eshabın, o Resule öyleydi ki sevgisi,
Yoktu hiç bu dünyada, bunun bir nümunesi.

Nitekim o Serverin mübarek huzuruna,
Bir sahabi gelerek, arz etti şöyle Ona:

Dedi: (Ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Seni, kendi nefsimden daha çok seviyorum.

Bu dünyada canımdan, malım ve evladımdan,
Daha çok seviyorum, seni her varlığımdan.

Senin nurlu yüzünü, hep göreyim diyorum.
Cemalini görmeden rahat edemiyorum.

İdare etsem dahi dünyada böyle, ancak,
Ahirete gidince, bu iş nasıl olacak?

Çünkü sen, Cennette ve Peygamberlere mahsus,
Yüksek derecelerde bulunursun ba-husus.

O zaman seni görmek, hiç mümkün olmaz asla.
Ben bunu düşünerek, üzülürüm pek fazla.)

O böyle arz ederken, mahzun idi begayet.
O an Resulullaha nazil oldu bir âyet.

Şöyle buyuruldu ki mealen: (Ey Habibim!
Allah ve Resulüne tam tâbi olsa her kim,

Cennette Peygamberler, sıddıklar ve şehidler,
Ve salih kimselerle bulunur o kişiler.)

Resulullah hemence, çağırdı o kimseyi.
Okuyup kendisine, bildirdi bu müjdeyi.

Yine Resulullahın meclisinde bir zaman,
Hep Ona bakıyordu, bir sahabi durmadan.

Resul bunu fark edip, sordu o sahabiye:
(Hiç durmadan yüzüme bakarsın, acep niye?)

Dedi ki: (Feda olsun yoluna anam babam.
Ben senin cemaline bakmadan hiç duramam.

Senin güzel yüzünü çok göreyim ki bu gün,
Zira bu, ahirette hiç olmaz belki mümkün.

Çünkü Peygamberlerle olursun sen o zaman.
Seni görmek, o vakit olmaz kolay ve asan.)

Buyurdu ki: (Kim kimi severse bugün eğer,
Cennette, hep birlikte olurlar o kimseler.)

Tek arzuları vardı Sahabenin velhasıl.
O da, Resulullahı sevindirmekti asıl.

En ufak bir üzüntü gelmesin Ona diye,
Hazırdı her birisi, canlarını vermeye.

Hazret-i Ebu Bekir bir gün Resule gelip,
Dedi: (Ya Resulallah, amcanız Ebu Talip,

Eğer iman etseydi, çok olurdu sevincim.
Öyle ki, sevinmezdim o kadar babam için.

Şundan ki, senin amcan gelse idi imana,
Daha çok sevinirdin sen onun imanına.

Senin sevindiğine, seviniriz biz dahi.
Bizlere, bundan büyük mutluluk yok vallahi.)


Resulullahı sevmek

Bir hadis-i şerifte buyurdu ki o Server:
(Allahü teâlâyı seviyorsanız eğer,

Ve sizi sevmesini isterseniz Allah'ın,
Bana tâbi olunuz öyle ise bi hakkın.)

Lakin Resulullaha tam uyabilmek için,
Onu tam sevmelidir, esası budur işin.

Nitekim Hak teâlâ, Kitabında mealen,
Buyurdu: (Ey Habibim, onlara söyle hemen.

Eğer babalarınız ve akrabalarınız,
Kazanmış olduğunuz mal ve makamlarınız,

Allahü teâlâdan ve Onun Resulünden,
Ve bu Allah yolunda cenk ve cihad etmekten,

Daha aziz ve daha sevgili ise size,
Allah'ın azabını bekleyin öyle ise.)

Ayrıca bir hadiste, o Sevgili Peygamber,
Şöyle buyurdular ki: (Bir kimseye, ben eğer,

Kendisinden ve bütün evlat ve yakınından,
Sevgili olmadıkça, kâmil olmaz o iman.)

Safvan ibni Kudame, o Resule gelerek,
Dedi: (Ya Resulallah, seviyorum seni pek.)

Cevaben buyurdu ki: (Öyleyse ahirette,
Sevdiğinle birlikte bulunursun elbette.)

Hazret-i Ali dahi nakletti ki: O Server,
Torunları Hasan ve Hüseyin'in, bir sefer.

Ellerinden tutarak, buyurdu: (Her kim beni,
Ve şu iki torunum Hasan ve Hüseyin'i,

Ve bunların anne ve babasını severse,
Cennette benim ile bulunacak o kimse.)

Biri dahi sordu ki: (Ya Resulallah, şu an,
Kıyamet kopmasına ne kadar kaldı zaman?)

Ona, Peygamberimiz şöyle sual etti ki:
(Sen kıyamet gününe ne hazırladın peki?)

Dedi ki: (Yok ise de fazla bir ibadetim,
Allah ve Resulüne fazladır muhabbetim.)

Buyurdu ki: (Onları çok seviyorsan eğer,
Cennette, sevdiğinle bulunursun beraber.)
 



Zarar yapamadılar

Mugire oğulları kabilesinden biri,
Öldürmek istemişti Sevgili Peygamberi.

Kendisini arayıp, buldu tenha bir yerde.
Arkasından, sessizce yaklaştı pek ziyade.

Tam saldıracaktı ki, görmez oldu gözleri.
Göremedi bir türlü Sevgili Peygamberi.

Sesini işitiyor, göremiyordu fakat.
Zira iki gözü de kör olmuştu o saat.

Şeybe bin Osman dahi, iman etmeden önce,
Allah'ın Resulüne düşman idi bir nice.

Müşrik saflarındaydı hatta o Huneyn günü.
Hep takip ediyordu Allah'ın Resulünü.

Babası ve amcası öldürülmüştü zira.
İntikam alacaktı Resulden aklı sıra.

Nihayet tenha yerde, gördü Onu bir zaman.
Öldürmek maksadıyla, yaklaştı arkasından.

Tam vuracak idi ki kılıcını, o ara,
Vaz geçip, hızla kaçtı oradan uzaklara.

Sebebi sorulunca, dedi: (Tam vuracaktım.
O anda şiddetli bir ateş gördüm ve kaçtım.

Eğer Ona vursaydım, yanardım o ateşte.
Çok acele kaçmamın sebebi budur işte.

Buna rağmen O bana, yine edip merhamet,
Kaçtığımı görünce, yanına etti davet.

Ve mübarek elini, göğsüme koydu benim.
O anda kendisini, her şeyden fazla sevdim.

Az önce düşmanımken, dost oldu bana o an.
Ve Ona, bin can ile oldum aşık ve hayran.

Bana buyurdular ki: (Haydi gel, bana yaklaş.
Sen dahi bizim safta, düşmana karşı savaş.)

(Peki) deyip, Resulle gelip omuz omuza,
Kâfirlere, şiddetle geçtim bir taarruza.

O sırada karşıma çıksaydı babam dahi,
Yine de hiç dinlemez, öldürürdüm vallahi.)

Fudale bin Amr dahi, anlatır ki şöylece:
İmana gelmemiştim Mekke fethinden önce.

Hatta Resulullaha düşmanlık besliyordum.
Onu, tenha bir yerde öldürmek istiyordum.

Arayıp, kendisini buldum tavaf ederken.
Tam fırsattır diyerek, yaklaştım Ona hemen.

Eteğimin altında, gizli idi kılıcım.
O anda kendisine büyüktü kin ve hıncım.

İyice yaklaşınca, bana bakıp O derhal,
(Hey, sen Füdale misin?) diyerek etti sual.

Ben de (Evet) deyince, yine sual etti ki:
(Doğru söyle, şu anda ne düşünürsün peki?)

Ben, (Hiç bir şey) deyince, gülümsedi o zaman.
Mağfiret talep etti, benim için Allah'tan.

Ve mübarek elini, göğsüme koydu benim.
O anda kendisini, her şeyden fazla sevdim.
 



Her zaman korunurdu

Her ne olacak ise ilerde, birer birer,
Resulullah, hepsini Eshaba verdi haber.

Mesela Ebu Zer-i Gıfari için bizzat,
Buyurdu: (Tek başına yaşar ve ölür bu zat.)

Buyurdukları gibi hakikaten Resulün,
Tek başına yaşadı ve yalnız öldü bir gün.

Hanımları hakkında hem şöyle buyurmuştur:
(En fazla cömert olan, bana önce kavuşur.)

Vefatlarından sonra, ilk defa vefat eden,
Hazret-i Zeynep oldu mübarek zevcelerden.

Zira cömertlikte ve çok sadaka vermekte,
O, daha ileriydi cümlesine nisbetle.

Yine Peygamberimiz, Sahabe-i kiramdan,
Zeyd bin Sühan hakkında buyurdu ki bir zaman:

(Bu kimsenin azası, bir zaman gelecektir,
Kendinden daha önce Cennete girecektir.)


Yıllar sonra bu kişi, bir cenkte savaşırken,
Bir eli kesilerek, toprağa düştü birden.

Sonra defnedilirken, harpten sonra şehidler,
Onun elini dahi, birlikte defnettiler.

Yine Peygamberimiz, Eshabın, ara ara,
Kalblerinden geçeni söylüyordu onlara.

Yine münafıkların, ne gizli planları,
Varsa çevirdikleri türlü entrikaları,

Çok gizli olsa dahi, biliyordu O yine.
Hatta haber verirdi, bunu kendilerine.

Mesela bir münafık, bir münafığa eğer,
Resulün aleyhinde söyleseydi bir şeyler,

O, buna mani olup, derdi ki diğerine:
(Sus, sakın bir şey deme o zatın aleyhine.

Zira söyleyeceğin o şeyleri, hep bir bir,
Mekke taşları bile, o zata haber verir.)

Ve yine Hak teâlâ, düşmanın zararından,
Sevgili Habibini koruyordu her zaman.

Müşriklerden Hakem bin Ebil As da, bir kere,
Suikast planladı, Sevgili Peygambere.

Kendisi anlatır ki: (Biz bu babta anlaştık.
Onu öldürmek için, bir grup yola çıktık.

Onu, namaz kılarken gördük Kâbe yanında.
Hücuma geçmek için bekliyorduk ardında.

O ara şiddetli bir ses duyduk herbirimiz.
Korkumuzdan bayılıp, yere düştük hepimiz.

Bir gece, yine Ona suikast hazırladık.
Onu tenhada görüp, arkasından yaklaştık.

Tam Onu öldürmeye gidiyorken, bu defa,
Onunla aramıza girdi (Merve) ve (Safa).

Yani bir duvar olup, aramızda mükemmel,
Onu öldürmemize oldular birer engel.



Bir tabak yemek

Resule Peygamberlik ilk tebliğ edilince,
İnsanları İslam’a çağırırdı gizlice.

Lakin tek tük, nadiren inanan oluyordu.
Üç yılda iman eden, sadece otuz oldu.

Bir müddet sonra ise, gelmişti ki bir âyet,
Mealen, (Akrabanı İslam’a eyle davet.)

O Server, yapmak için Rabbinin bu emrini,
Yakın akrabasının çağırdı herbirini.

Onlar, Ebu Talib’in geldiğinde evine,
Sadece bir kap yemek getirdi önlerine.

Besmele söyleyerek önce yedi kendisi.
Ve (Buyurun!) deyince, başladı sonra hepsi.

Yemek bir kişilikti, onlar kırk kişiydi tam.
Hepsi yiyip doydular, eksilmedi hiç taam.

Onlar, bu mucizeyi gördüler birer birer.
Yine de iman ile şereflenemediler.

Ebu Hüreyre dahi, anlatır ki: (Bir harpte,
Çok şiddetli bir açlık başladı Sahabede.

Yoktu hiç birisinde yiyecek bir lokmacık.
Herkes, açlık içinde kıvranıyordu artık.

O sıkışık zamanda, bana bakıp o Server,
(Yiyecek bir şey var mı?) diye sual ettiler.

(Az miktarda hurma var) diye arz edince ben,
Bana buyurdular ki: (Onları getir hemen.)

Getirdim, o hurmadan tek bir avuç aldılar.
Bir serginin üstüne, elleriyle yaydılar.

Sonra, bereket için bir dua eyledi ve,
Buyurdu ki: (On kişi çağır gelsin yemeğe.)

Çağırdım, geldiler ve yediler o hurmadan.
(On kişi daha çağır) buyurdular sonradan.

Çağırdım, onlar dahi gelip yiyip doydular.
Sonra, (On kişi daha davet et) buyurdular.

Böylece onar onar çağırdım gazileri.
Gelip, doyana kadar yiyip gitti her biri.

Hiç yemiyen kalmadı bu İslam ordusunda.
(Koyduğun hurmaları al) buyurdu sonunda.

Zaten bir avuç kadar hurmaydı getirdiğim.
O hurmaları alıp, tekrar eve ilettim.

Onları, senelerce hem yedik, hem yedirdik.
Dağıttık sağa sola, yine bitiremedik.

Enes bin Malik dahi, rivayet eder ki hem:
Bir miktar yemek yaptı validem Ümmü Süleym.

Götürüp arz eyledim Resul-i kibriyaya.
Buyurdu ki: (Ya Enes, onu koy da oraya.

Git, filan filan ile, kime rastlarsan eğer,
Söyle, yemek yemeye bizim eve geleler.)


Tam üçyüz kişi geldi yemek ziyafetine.
Hepsi bir tabak idi, kâfi geldi hepsine.
 

Doksan kişi çağır

Peygamber-i zişânın mucizesi eseri,
Az yemek, çok kimseye yetiyordu ekseri.

Mesela Resulullah, Mekke'den hicretinde,
Ve nurlu Medine'ye teşrif ettiklerinde,

Önce, hazret-i Halid bin Zeyd Eba Eyyub’ün,
Hanesinde ikamet ettiler bir nice gün.

Bu mübarek sahabi anlatır ki: (Bir kere,
Yemek götürmüş idim hazret-i Peygambere.

İki kişilik idi götürdüğüm o yemek.
Zira Resulullahla Ebu Bekir vardı tek.

Bana buyurdular ki: (Haber ver Sahabeye.
Ensardan otuz kişi gelsin yemek yemeye.)

(Peki ya Resulallah!) deyip çıktım o zaman.
Yemeğe, otuz kişi davet ettim Ensardan.

Onar onar oturup, yemek yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.

Sonra buyurdular ki: (Ya Halid, sen git yine.
Altmış kişi davet et yemek ziyafetine.)

Çağırdım, hepsi gelip yediler o yemeği.
O altmış kişinin de doydular hepsi iyi.

Sonra, üçüncü defa buyurdu ki o Server:
(Ya Halid, doksan kişi davet eyle bu sefer.)

Davet ettim, geldiler, yediler o yemekten.
O doksan kişinin de doydu hepsi tamamen.

Misafirler gidince, yemeğe ettim nazar.
Gördüm ki, bir azalma olmamış zerre kadar.

Peygamber efendimiz, mücahidlerle yine,
Bir sefere çıkmıştı rumların üzerine.

Mücahidler ordusu, emri ile Resulün,
Düşmanı, o mevkide beklediler yirmi gün.

Sonra da Medine'ye dönüş için o Server,
Hareket emri verdi ordusuna bu sefer.

Lakin acıkmışlardı mücahidler bu kere.
Gelip arz eylediler bu hali o Servere.

Dediler ki: (Bir şeyler yemek arzu ederiz.
Zira artık açlıktan yürüyemez haldeyiz.)

Yere yaygı serdirip, buyurdu ki o Server:
(Getirin yanınızda ne mevcut varsa eğer.)

Kimi bir avuç buğday, kimi hurma getirdi.
Küçük bir tencerede bunları pişirttirdi.

Ve dua buyurunca, ona Nebiyyi zişân,
Hak teâlâ yemeğe bereket etti ihsan.

O kaptaki yemeği, dağıttı Eshabına.
Doldurdu hem de çok çok, herbirinin kabına.

Otuzbin sahabinin kabına yemek koydu.
Hepsi de o yemekten, o gün yedi ve doydu.

Koca İslam ordusu, yedi de hepsi tek tek,
Yine de tencerede eksilmedi o yemek.
 

Güneş yerinde durdu

Bir gün Peygamberimiz, bulunurken evinde,
Hazret-i Ali dahi var idi hizmetinde.

O esnada Resule, geldi Cibril-i emin.
Bir vahiy göndermişti Ona Rabbil âlemin.

Mübarek başlarını, vahyin ağırlığından,
Aliyyül Mürteza'nın dizine koydu o an.

Vakit ikindi olup, güneş batana kadar,
Mübarek başlarını hiç kaldıramadılar.

Rahatsız olmasınlar diye Peygamberimiz,
Hazret-i Ali dahi bekledi hareketsiz.

İkindi namazını kılmamıştı ki hatta,
Mecburen ima ile namazı etti eda.

Lakin Resulullahın geçer geçmez o hali,
Sordu: (Kılabildin mi ikindiyi ya Ali?)

Resulün sualine, o da cevap olarak,
Dedi ki: (Kılabildim imayla oturarak.)

Güneş batmak üzere idi ki o sıra tam,
Üzüldü bu duruma Resul aleyhisselam.

Güneşe, eli ile bir işaret buyurdu.
Güneş tam batıyorken, olduğu yerde durdu.

Kıldı hazret-i Ali namazı yine tekrar.
Bekledi güneş onu, selam verene kadar.

Sahabe-i kiramdan Cabir bin Abdullah da,
Anlatır ki: (Bir fakir geldi Resulullaha.

Zahire talep etti Resulden o fakir zat.
Bir miktar buğday verdi ona Fahr-i kâinat.

Fakir döndü evine sonra o zahireyle.
Ekmek yapıp yediler, onu misafiriyle.

Sonradan azalmamış görünce buğdayını,
Merak edip tarttı ki, miktarı yine aynı.

Şaşırıp, geldi hemen Resulün hanesine.
Gördüğü garipliği arz etti kendisine.

Peygamber efendimiz dinledi o kimseyi.
Buyurdu: (Tartmasaydın eğer o zahireyi,

Siz onu senelerce hep yiyecektiniz de,
Yine bitmeyecekti o buğday evinizde.)

Yine Enes bin Malik hazretleri de bir gün,
Mübarek huzuruna gelmiş idi Resulün.

Koltuğunun altında ekmek vardı gayet az.
Onu, Resulullaha götürüp eyledi arz.

Peygamber-i zişânın mübarek huzurunda,
Eshabdan seksen kişi bulunurdu o anda.

Eshab-ı soffa denen kimselerdi ki onlar,
Yemek bulamazlardı onlar çoğu zamanlar.

O bir parça ekmeği, Resulullah bu kere,
Bölüp dağıtıverdi, tek tek ordakilere.

Seksen kişi yediler o bir parça ekmeği.
Üstelik o kadarla, doydular gayet iyi.



Ağacın şehadeti

Abdullah ibni Ömer şöyle anlatır ki: (Biz,
O Serverle bir yere gidiyorduk ikimiz.

Yolda bir köylü ile karşılaştık bu defa.
Ona sual etti ki: (Ey köylü ne tarafa?)

(Evime gidiyorum) deyince, sordu hemen:
(Hayırlı bir iş yapmak ister misin peki sen?)

Köylü, merak içinde sordu ki: (O iş nedir?)
Buyurdu: (Allah'a ve bana iman etmendir.

Yani Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed’in de Onun Resulü olduğuna,

Şehadet getirip de, eğer iman edersen,
En hayırlı bir işi işlemiş olursun sen.)

Köylü sual etti ki: (Şahidin var mı buna?)
Buyurdu: (Elbette var, yeter ki inan bana.

Mesela şu ilerde gördüğün ağaç dahi,
Buna şehadet edip, inanır bizatihi.)

Velhasıl Resulullah buyurup böyle ona,
O ağaca seslenip, çağırdı huzuruna.

Ağaç, derhal bir sağa, bir sola eğilerek,
Çıkıp geldi Resulün yanına yürüyerek.

Kelime-i şehadet getirip sonra yine,
Geri dönüp, tekrardan giriverdi yerine.

Köylü şahit olunca bu hale bizatihi,
Şehadeti söyleyip iman etti o dahi.)

Ve yine İbni Fürek nakleder ki şöylece:
(O server, karanlıkta yürüyordu bir gece.

O zaman Taif'te ve harpte bulunuyorduk.
Cümle Eshab-ı kiram uykusuz ve yorgunduk.

Peygamber-i zişân da, yorgunluktan bir nice,
Mübarek gözlerini zor açardı o gece.

İşte böyle uykusuz vaziyette giderken,
Karanlıkta, önüne bir ağaç çıktı birden.

Tam çarpacak idi ki, o ağaç birdenbire,
Yukardan aşağıya ayrıldı tam ikiye.

Onların arasından geçip gitti o Server.
O ağaç, o haliyle kaldı uzun seneler.)

Enes bin Malik dahi nakleder ki: (O Server,
Bir avuç çakıl taşı aldı yerden bir sefer.

O mübarek avcuna girer girmez o taşlar,
Kendi lisanlarıyla bir zikre başladılar.

Sonra döktü hazret-i Ebu Bekrin eline.
Onun elinde dahi zikretti onlar yine.

Sonra başka Eshabın ellerine verdiler.
Fakat başkalarında artık zikretmediler.)

Hazret-i Abbas dahi, diyor ki: (Fahr-i cihan,
Bana ve evladıma dua etse ne zaman,

Kapı eşikleriyle duvarlardan, ekseri,
İşitirdik hepimiz, (Âmin! Âmin!) sesleri.)



Ne dediyse, aynen oldu

İleride olacak şeyleri, birer birer,
Sevgili Eshabına haber verdi o Server.

Müseylemet-ül kezzab denen kâfir hakkında,
Buyurdu ki: (O kişi, öldürülür yakında.)

Hazret-i Ebu Bekir zamanında, gerçekten,
Öldürüldü bir harpte, fazla zaman geçmeden.

Yine vefat ederken buyurdu ki şöylece:
(Bana, ehl-i beytimden Fatıma gelir önce.)

Buyurdukları gibi, altı ay sonra bundan,
Fatıma hazretleri ayrıldı bu dünyadan.

(Benden sonra hilafet otuz yıldır) buyurdu.
Nasıl buyurdularsa, gerçekten öyle oldu.

Veysel Karani’nin de yerini ve şehrini,
Bildirdi Eshaba hem, vücudunun şeklini.

Mübarek hırkasını çıkarıp üzerinden,
Buyurdu: (Bu hırkamı veriniz ona benden.)

Gidenler, o Resulün bildirdiği mahalde,
Buldular kendisini tarif ettiği halde.

Ve yine bunlar gibi, o Peygamber-i zişân,
Mekke'den hicret edip, ayrılacağı zaman,

Mahzunluk çöküverdi o mübarek gönlüne.
Çevirdi devesini Beytullahın yönüne.

Buyurdu ki: (Ey Mekke, ayrılıyorum senden.
Lakin kavuşacağım sana ben çok geçmeden.)

Buyurdukları gibi, geçmeden fazla sene,
Mekke'yi fethederek, kavuştu beldesine.

Yine kâfirler ile harpteyken Müslümanlar,
Esmeye başlayınca şiddetlice bir rüzgar,

Buyurdu: (Bir münafık eksildi bu dünyada.
Bu rüzgar, bize onu bildiriyor şu anda.)

Nihayet savaş bitti, Medine'ye döndüler.
O gün, bir münafığın öldüğünü gördüler.

Bir gün de, kaybolmuştu devesi o Resulün.
Eshab aradıysa da bulamadılar o gün.

Buyurdu: (Benim devem, şimdi falan yerdedir.
Yuları, bir ağaca dolanmış bir haldedir.)


Gidip, Resulullahın buyurduğu mahalde,
Buldular o deveyi bildirdikleri halde.

Yine Bedir harbinden bir gün önce, o Server,
Bazı Eshabı ile harp yerini gezdiler.

Mübarek parmağıyla bir yeri göstererek,
Buyurdu: (Falan kâfir, tam bu yerde ölecek.)

Sonra, başka bir yeri gösterip az ilerde,
Buyurdu ki: (Falan da, ölecek tam bu yerde.)

Böylece kâfirlerden öleceklerin, tek tek,
Gösterdi yerlerini işaret eyleyerek.

Hakikaten onların hepsi de, o Resulün,
Gösterdiği yerlerde öldürüldü hep o gün.


Olacak şeyleri bilirdi

Peygamber efendimiz, ileride olacak,
Şeyleri bildirirdi bir mucize olarak.

Sahabe-i kiramdan Huzeyfe hazretleri,
Der ki: (Hak teâlânın Sevgili Peygamberi,

Tâ kıyamete kadar her ne olacak ise,
Hepsini, teker teker haber verdi hep bize.)

Ve hatta kıyametin çok alametlerinden,
Bildirdi herbirini, henüz vefat etmeden.

Kendi ehl-i beytinin başlarına gelecek,
Musibetleri dahi, haber verdi tek be tek.

Hazret-i Ali için: (Tam namaz kıldırırken.)
Hazret-i Osman için, yine (Kur'an okurken.)

(Şehid olacaksınız)
 diye buyurdular ki,
Bildirdiği bu şeyler, aynıyle oldu vaki.

Yine dört sahabiye buyurdu ki bir sefer:
(En sona kalanınız, yanarak vefat eder.)

Üçü vefat eyleyip, geriye biri kaldı.
Semüre bin Cündeb’di o sahabinin adı.

Soğuk bir kış gününde, bu zat, ısınmak için,
İyice sokulmuştu yanına bir ateşin.

Bu mübarek sahabi, bir ara tutuşarak,
Bildirildiği gibi vefat etti yanarak.

Yine Uhud harbinde Hanzala hazretleri,
Sırtından mızraklanıp, düştü yüzü üzeri.

Kanı, sıcak kumlara akarken bu büyük zat,
Şehadet şerbetini içerek etti vefat.

O Server buyurdu ki bu sahabi hakkında:
(Hanzala'yı gördüm ben, yerle gök arasında.

Vardı hem etrafında çok sayıda melekler.
Onu, Cennet suyuyla gördüm ki gasl ederler.)

Bir başka sahabi de, dedi: (Gördüm ben dahi,
Hanzala'nın başından su damlardı vallahi.)

Resulün emri ile, hanımına geldiler.
(Bu hususta bildiğin bir şey var mı?) dediler.

Dedi: (Uhud cengine vardı ki yalnız bir gün,
Biz onunla evlenip, o gece yaptık düğün.

Lakin düğün gecesi, o başka âlemdeydi.
Ertesi gün olacak cengin hayalindeydi.

Eğer şehid olursam, ne büyük bir saadet
Diye düşündüğünden, heyecanlıydı gayet.

Lakin cenge vaktinde yetişemezsem diye,
Kapıldı sabahleyin büyük bir endişeye.

Kılıcını kaparak, acele çıktı evden.
Ve lakin gusletmeyi unuttu aceleden.

Yine ben görmüştüm ki, o gece şu rüyayı:
Melekler, gökyüzüne çektiler Hanzala’yı.

Uyanıp, o rüyayı ettim ki şöyle tabir:
(Hanzala şehid olup, ruhu göğe yükselir.)



Tuzlu su, tatlı su

Resulullah bir şeye dokunsa idi eğer,
Anında bir canlılık kazanırdı o şeyler.

Mesela birisinin var idi ki bir atı,
Zayıf olup, yok idi yürümeye takatı.

Bir gün, bu zayıf ata bindi Fahr-i kâinat.
Rüzgar gibi koşmaya başladı hemen o at.

O günden itibaren, öyle oldu ki hatta,
Ondaki bu çeviklik yoktu başka bir atta.

Yine Sa'd bin Ubade hazretlerinin dahi,
Bir merkebi vardı ki, uyuşuktu bir hayli.

Peygamber efendimiz, bir gün de bindi ona.
O anda bir canlılık, kuvvet geldi hayvana.

Eshabdan birinin de, hanesinde bir vakit,
Bir tencere var idi Resulullaha ait.

O tencere içinde, su bulunduruyordu.
Ve hasta olanlara, o sudan veriyordu.

Peygamber-i zişânın bereketiyle hemen,
İçenler, şifa bulur, kurtulurdu derdinden.

Yine Peygamberimiz, bazı Eshabı ile,
Bir kuyunun yanından geçiyordu bir kere.

(Bu su nasıldır?) diye sual etti o Server.
Cevaben kendisine: (Tuzlu sudur) dediler.

Peygamber efendimiz buyurdular ki: (Hayır.
Tuzlu değil, bilakis çok güzel tadı vardır.)

Vakta ki Resulullah o gün böyle buyurdu.
O su, o günden sonra tatlı ve leziz oldu.

Bir gün de Resulullah, Eshabdan bir zat ile,
Beraberce yatsıyı kılarak cemaatle,

Bir hurma dalı verdi eline o kimsenin.
Buyurdu ki: (Yolunu aydınlatır bu senin.)

O dal ile evine giderken o sahabi,
Aydınlattı önünü o dal bir lamba gibi.

Yine Bedir harbinde savaşırken pek çetin,
Kılıcı kırılmıştı hazret-i Ukaşe’nin.

Resulullah, yerden bir hurma dalı alarak,
Uzattı kendisine hemen acil olarak.

Ve ona, (Al bununla savaş) buyurduğunda,
O dal, onun elinde kılıç oldu anında.

Uzun, parlak ve keskin, kalındı hem de gayet.
Savaştı o kılıçla harplerde uzun müddet.

Peygamber efendimiz, yine sahabilerden,
Umeyr’in saçlarını okşamıştı küçükken.

Bu mübarek sahabi, geldi seksen yaşına.
Yine de bir tek olsun, ak düşmedi saçına.

Hazret-i Katade’nin yüzüne de, o Server,
Mübarek eli ile dokunmuştu bir sefer.

Onun dahi yüzüne geldi ki bir parlaklık,
Herkesin arasında fark edilirdi artık.
 

Bir lokmanın yaptığı

Bir kadın sahabinin vardı ki bir evladı,
Kendisinde delilik alametleri vardı.

Dua etmesi için, annesi bu oğluna,
Götürdü bir gün onu, Resulün huzuruna.

O Server, dizlerine alarak önce onu,
Mübarek elleriyle sıvadı vücudunu.

Sonra dua buyurdu annesinin yanında.
O çocuk, oracıkta şifa buldu anında.

Yine Peygamberimiz, bir yerde yemek yerken,
O ara bir hizmetçi geçiyordu o yerden.

Yemek yediklerini o hizmetçi görünce,
Rica etti: (Bana da yediğinden ver) diye.

Peygamber efendimiz, önündeki taamdan,
Veriyordu ki fakat, istemedi o ondan.

Edepsizlik ederek, dedi ki: (Ey Peygamber!
Ağzında çiğnediğin lokmadan çıkar da ver.)

Şöyleydi ki Resulün âdet-i şerifleri,
Her istenilen şeyi verir idi ekseri.

O hizmetçiye dahi, merhamet edip yine,
Onun bu talebini getirdiler yerine.

Lakin Resulullahın o mübarek ağzından,
Lokmayı, o hizmetçi alıp yuttuğu zaman,

Halinde, birdenbire oldu bir değişiklik.
Resulden mahcub olup, utandı hemencecik.

Ve hatta ondan sonra, öyle oldu ki hali,
Oldu o havalide, edep, hayâ timsali.

Yine Peygamberimiz, açıp bir gün elini,
Dua etti: (Ya Rabbi, kuvvetlendir bu dini.

Ya Ebu Cehil ile, yahut da Ömer ile,
Takviye et İslam’ı ikisinden biriyle.)

Onun bu duasını, Rabbimiz, çok geçmeden,
Ömer Faruk hakkında kabul eyledi hemen.

Nitekim geldi Cibril az sonra yer yüzüne.
Ve bir müjde getirdi Allah'ın Resulüne.

Dedi: (Ya Resulallah, sen bir dua etmiştin.
Rabbinden, bu din için takviye istemiştin.

Kabul etti Rabbimiz senin o dileğini.
Ve Ömer'i seçti ki, sağlam eder bu dini.)

O gün hazret-i Ömer, Resulü öldürmeye,
Giderken, iman edip aşık oldu bu kere.

Kavuşturması için Resulullaha hemen,
Dua etti Allah'a, gece mütemadiyen.

Nihayet aşkı ile yanarak o Resulün,
Mübarek huzuruna kavuştu ertesi gün.

Kapıda karşılayıp kendisini o Server,
Ona buyurdular ki: (İmana gel ya Ömer!)

O dahi şehadeti getirip en sonunda,
İmanla şereflendi, Resulün huzurunda.
 


Çocuk dirildi

Cahiliye devrinde vardı ki yine biri, 
Kendi kız çocuğunu gömmüştü diri diri.

Sonra iman edince, çok pişman oldu buna.
Geldi Resulullahın mübarek huzuruna.

Peygamber efendimiz, onun ile bu kere,
Geldiler kızcağızın gömüldüğü o yere.

Sonra, ona ismiyle hitab edince, nagah,
Cevap geldi o kızdan: (Buyur ya Resulallah!)

O Server buyurdu ki: (Ey kızım, annen baban,
Allah'ın lütfu ile ettiler şimdi iman.

İstersen, senin için ben bir dua edeyim.
Diril, seni onlara iade eyleyeyim.)

Kızdan cevap geldi ki: (Hayır, arzu eylemem.
Ben buradan ayrılıp, dünyaya geri gelmem.

Allah'a hamd olsun ki, o dünyadan kurtuldum.
Ve Rabbimi, onlardan çok merhametli buldum.) 

Osman bin Huneyf dahi anlatıyor ki hatta:
Bir gün, bir a’ma geldi Server-i kâinata.

Dedi: (Ya Resulallah, bana bir dua edin.
Şu ama gözlerimi açsın Rabbil âlemin.)

Şöyle buyurdular ki ona Fahr-i kâinat:
(Sen şimdi abdest alıp, namaz kıl iki rekat.

Sonra de ki: Ya Rabbi, Sevgili Habibinin,
Hürmetine, gözünü açıver bu garibin.)


O böyle dua etti, o Resulün yanında.
Açılıp, görüverdi iki gözü anında.

Yine Bedir cenginde Ensarın gençlerinden,
Hazret-i Muavvez’in kesildi kolu birden.

O da, kesik elini alıp öbür eline,
Geldi hemen acele, Allah'ın Habibine.

Kesik eli, yerine yerleştirip o Server,
Şifa bulması için sonra dua ettiler.

O el derhal kaynayıp, sapa sağlam oldu hem.
Çünkü dua etmişti, o gence Fahr-i âlem.

Yine Bedir cenginde, Hudeyd adlı mücahid,
Boynundan öyle yara almıştı ki o vakit,

Nerdeyse başı kopup, düşecekti ki yana.
O halde geldi hemen, o Serverin yanına.

Peygamber efendimiz, tuttu onun başını.
Ve mübarek eliyle sığadı yarasını.

Şifa bulması için, eyledi sonra dua.
Başı derhal kaynayıp, iyileşti o anda.

Yine bir kadının da, yeni çocuğu doğdu.
Lakin çocuk, doğuştan hiç konuşamıyordu.

Alıp, Resulullaha getirdi onu hemen.
Bir miktar su istedi Resul o sahabiden.

Ve mübarek ağzına su alarak bir miktar,
Aynı suyu, o kaba bıraktı yine tekrar.

Daha sonra çocuğu annesine vererek,
Buyurdu: (Bu su ile, banyo yapsın bu bebek.)

Kadın öyle yapınca, konuştu çocuk o an.
Hatta daha akıllı oldu akranlarından.



Dağın konuşması

Peygamber efendimiz, bir mucize eseri,
Cansız şeyler ile de konuşurdu ekseri.

Ukayl bin Ebi Talip anlatır ki: Bir kere:
Resul ile ikimiz, çıkmıştık bir sefere.

Hava gayet sıcaktı, susadım bu sebepten.
Sevgili Peygambere arz ettim bunu hemen

Buyurdu ki: (Şu dağa, git söyle dileğini.
De ki: Peygamberimiz istiyor su vermeni.)

Ben dahi seslendim ki, hemen: (Ey dağ, ey zemin!
Resulullah ister ki, sen bana su veresin.)

Dağdan, şöyle bir nida geldi ki o esnada:
(Resulullaha de ki, hiç suyum yok şu anda.

Zira Ona, Bekara suresinden bir âyet,
Geldi ki, bu sebepten korkudayım begayet.

Mealen: (O ateşten korkun ki ey insanlar!
Müşrikler ve taşlardır, onu tutuşturanlar.)

Bu âyet-i kerime geldiği günden beri,
Korkumdan ağlıyorum gece ve gündüzleri.

Zira, benim taşlarım olursa onlar diye,
Ağlamaktan, hiç suyum kalmadı damla bile.)

Yine hazret-i Ukayl anlatır ki: Bir sefer,
Bir yere gidiyorduk biz Resulle beraber.

Az mola vermiştik ki, o esnada karşıdan,
yanımıza bir deve geldi hem koşaraktan.

Önünde diz çökerek Peygamber-i zişânın,
Dedi: (Ya Resulallah, imdat, beni kurtarın!)

Arkasından bir köylü, çok telaşlı olarak,
Geldi bıçak elinde yanımıza koşarak.

Peygamber efendimiz, sordu ki ona hemen:
(Ey köylü, ne istersin bu biçare deveden?)

Dedi: (Ya Resulallah, ben bunu aldım, fakat,
Görmedim kendisinden bir fayda ve menfaat.

Bana hizmet etmeyip, asi oldu durmadan.
Bir işimi görmeyip, firar etti sonradan.)

Deve dahi konuşup, dedi: (Ya Resulallah!
Müsaade ederseniz, edeyim size izah.

Yatsı namazlarını kılmıyor bu kabile.
Helak olabilirler bunlar bir azab ile.

Zira bir hadisinde, vermişsin ki sen haber:
(Yatsıyı kılmayanın üstüne azab iner.)

O azap, bana dahi gelmesin diye hemen,
Korkumdan firar edip, kaçtım o kabileden.)

O zaman Resulullah, dönerek o köylüye,
Sordu: (Anlattıkları doğru mu bunun?) diye.

Köylü itiraf edip, dedi: (Ya Resulallah!
Hakikati, ayniyle söyledi size vallah.

Lakin söz veriyorum, bugünden itibaren,
Yatsı namazlarını kılacağım artık ben.)

O böyle söz verince namaz kılacağına,
Deve de sakinleşip, itaat etti ona.
 



Deve konuşuyor

Bir gün, bir köylü geldi Allah’ın Resulüne.
Yörük, cins bir deveyi gösterdi kendisine.

Resulullah, deveyi çok beğenip hoşlandı.
Fiyatını sorarak, köylüden satın aldı.

Deve, Resulullahı görünce geldi dile.
Ve şöyle hitab etti Ona fasih dil ile:

(Esselamü aleyke, ey insin en iyisi!
Esselamü aleyke, ey Hakkın Sevgilisi!)

Deveden bu sözleri duyunca Fahr-i âlem,
Okşayıp, kendisine iltifat eyledi hem.

Deve, konuşmasına devam etti şöylece:
(Ey Allah’ın Resulü, bunun idim ben önce.

Lakin günah işlerdi, bu yüzden kaçtım ondan.
Dağlarda, tek başıma dolaştım uzun zaman.

Beni, vahşi hayvanlar dağlarda görürlerdi.
(Bu deve, Peygamberin devesidir) derlerdi.

Onların bu sözünü duyar, çok sevinirdim.
Ve sana kavuşmayı, ne kadar çok isterdim.

Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Allah’ıma,
Erdirdi şimdi beni, o büyük muradıma.)

Resulullah, dinleyip onun konuşmasını,
Onu daha çok sevip, verdi (Adba) adını.

Deve, yine konuşup, dedi ki sonra hemen:
(Ey Allah’ın Resulü, bir dileğim var senden.)

O Server, ricasını dinleyip o devenin,
Buyurdu: (Söyle peki, nedir benden dileğin?)

Dedi: (Ya Resulallah, dua et, ahirette,
Yine senin bineğin, ben olayım Cennette.

Eğer sen, benden önce ahirete varırsan,
Üstüme, senden gayri binmesin hiçbir insan.

Zira ben yanıyorken, senin ayrılığına,
Tahammül gösteremem senden gayrılarına.)

Peygamber efendimiz, bunu kabul buyurdu.
Deve, bu söz üstüne rahat ve huzur buldu.

Vakta ki Resulullah, geldi ömrü sonuna,
Hazret-i Fatıma’yı çağırdı huzuruna.

Ve ona buyurdu ki: (Ey kızım, ben vaktiyle,
Bir sözleşme yapmıştım devemiz Adba ile.

Benden sonra Adba'ya, hiçbir kimse binmesin.
Ona yem ve su vermek, vazifen olsun senin.)

Vakta ki Resulullah, göç etti bu dünyadan.
Yemeden ve içmeden kesildi deve o an.

Artık ne ot yiyordu, ne de su içiyordu.
Günleri, başı önde, çok mahzun geçiyordu.

Hazret-i Fatıma’yı gördü bir gün nihayet.
Dedi ki: (Ey Resulün kızı, bana dua et.

Öyle zannederim ki, çok yaklaştı ecelim.
Biraz sonra ölerek, Resule gideceğim.)

Ve başı, Fatıma’nın tam kucağında iken,
Vefat edip, Resule kavuştu ebediyen.
 


Devenin şehadeti

Resulullah, Eshabla bir yerde durur iken,
Yanlarına, develi bir köylü geldi birden.

Ardından, kalabalık bir cemaat geldiler.
O köylüyü, Resule şikayet eylediler.

Dediler: (Ey Allah’ın Sevgili Peygamberi!
Bu şahıs, gece gelip çalmış bizim deveyi.

Şu gördüğünüz deve, bizimdir yani esas.
Geldik ki, hakikati eyleyelim size arz.

Onu, ondan alarak verirsen eğer bize,
Kavuşmuş olacağız, biz kendi devemize.)

Onlara şöyle sual etti ki Efendimiz:
(Var mıdır bu hususta peki bir şahidiniz?)

(Elbette var) diyerek Allah’ın Resulüne,
Onlardan bir kaç kişi, çıktılar biraz öne.

Resulullah, onları tam dinleyecekti ki,
O köylünün durumu, çok dikkatini çekti.

Zira o, bu hususta hiçbir şey demiyordu.
Ve asla kendisini müdafaa etmiyordu.

Duruyordu, başını eğivermiş önüne.
Bir şey mırıldanırdı yalnız kendi kendine.

Resulullah köylüye, sordu: (Sen ne diyorsun?
Ne için sen kendini müdafaa etmiyorsun?

Bak bunlar diyorlar ki: Bizim idi bu deve.
O, çalmak suretiyle geçirmiş onu ele.

Bu iddia doğruysa, deveyi onlara ver.
Eğer doğru değilse, bir şeyler söyleyiver.)

Tam edecek idi ki kendisini müdafaa,
Devesi dile geldi ve konuştu bu defa.

Dedi: (Ya Resulallah, doğruyu edeyim arz.
Ben, bu şahsın yanında dünyaya geldim esas.

Bu zat beni büyütüp, verdi her gün yemimi.
Ben, hep ona hizmetle geçirdim günlerimi.

Yani ben, bu kimsenin devesiyim esasen.
Onların iddiası, iftiradır tamamen.

Çünkü bu kimseleri, ben hiç tanımıyorum.
Nereden ben onların devesi oluyorum?)

Devenin sözleriyle, onlar mahcub oldu pek.
Resulullah o zaman, o köylüye dönerek,

Buyurdu ki: (Ey kişi, söyle bana hemence.
Başını öne eğmiş, ne diyordun az önce?)

Dedi: (Ya Resulallah, durumu edeyim arz.
Rabbime yalvararak, eyledim dua, niyaz.

Dedim: İftira ile karşılaştım ya Rabbi!
Ancak sen biliyorsun bu gerçeği tabii.

Yalnız sen kurtarırsın beni bu iftiradan.
Habibin hürmetine, kurtar beni bunlardan)

Resulullah, onlara buyurdu: (Dağılınız!
Zira boş ve asılsız çıktı sizin davanız.)

İftiracı kişiler, çok mahcup ve perişan,
Olmuş bir vaziyette, ayrıldılar oradan.
 


Merkebin konuşması

Resulullah, büyük bir orduyla bir gün yine,
Gazaya gidiyordu, müşrikler üzerine.

Şiddetli susamıştı o gün Eshab-ı kiram.
Ve lakin içmek için, su yoktu tek bir gram.

O esnada, Habeşli bir köle gidiyordu.
Devesinde bir kap su, almış götürüyordu.

Eshab su arıyorken, bu köleyi gördüler.
Hemen Resulullahın yanına götürdüler.

Resulullah, o kabı istedi o köleden.
Ve mübarek elini, üstüne koydu hemen.

Fışkırmaya başladı o anda kaptan sular.
Cümle Eshab-ı kiram, içip abdest aldılar.

Kap, yine su doluydu, verdiler o köleye.
Ayrıca para dahi eylediler hediye.

Resulullah, köleyi uğurlarken o günü,
Mübarek eli ile, sıvazladı yüzünü.

Vakta ki nurlu eli, yüzüne etti temas,
O siyah yüz, bir anda oldu nurlu ve beyaz.

O köle, bu haliyle binerek devesine,
Resule veda edip, döndü kabilesine.

İnsanlar, o köleyi görünce tâ uzaktan,
Onu tanımadılar o nur ve beyazlıktan.

Dediler: (Gelen deve, bizim devedir, fakat,
Bizim köle değildir üzerinde gelen zat.)

Köle gelip, vak'ayı onlara anlatınca,
Hep Müslüman oldular o kabile topluca.

Yine Hayber fethinde, ganimetlerden o gün,
Bir merkep düşmüş idi hissesine Resulün.

Bu soylu ve cins hayvan, Peygamberi görünce,
Sevinip, raks etmeye başladı hemen önce.

Sonra da dile gelip, dedi: (Ya Resulallah!
Çok şükür, beni sana hizmetçi yaptı Allah.

Şimdi benim şudur ki yegane, tek muradım:
Hep senin yanında ve hizmetinde olayım.

Zira bir yahudinin hizmetindeydim önce,
Uygunsuz konuşurdu, ismini işitince.

Ben dahi, bu sebepten onu hiç sevmiyordum.
Ve onu, bile bile yere düşürüyordum.

Nihayet firar edip, kurtuldum o kişiden.
Ve senin hizmetinle şereflendim şimdi ben.)

O Server, kendisine buyurdu ki ba-husus:
(Sana bir eş alayım, olsun yine yavrunuz.)

Dedi: (Ya Resulallah, hiç yavru olmaz bizden.
Zira işitmişiz ki biz dedelerimizden,

Yetmiş yavrusu olur toplam bu sülalenin.
Ve bineği olurlar, hepsi bir Peygamberin.

Yetmişinci, son yavru, en şerefli yavrudur.
Zira son Peygambere, o yavru binek olur.

Son yavru işte benim, sen de son Peygambersin.
Eğer izin verirsen, bineğinim ben senin.)
 



Kurt konuşuyor

Mekke'nin civarında, bir kurt, acıktığından,
Hızla kovalıyordu bir geyiği ardından.

Kâfirlerin yanından geçiyorken, bir ara,
Dile gelip şöylece hitab etti onlara:

(Ey Kureyş kâfirleri, yazıklar olsun size.
Niçin inanmazsınız siz Peygamberinize?

O, ebedi Cennete çağırırken sizleri,
Siz inkâr edersiniz böyle bir Peygamberi.)

Yine Eshabdan biri, anlatır ki şöylece:
Bir gün evde dururdum, iman etmeden önce.

Her gün tapındığımız bir putumuz vardı ki,
Konuşmaya başladı o birden insan gibi

Hem de gayet fasih ve beliğ konuşuyordu.
Ve Resulü metheden şiirler söylüyordu.

Ben, şaşkınlık içinde düşünürken, o anda,
Bu sefer bir kuş gelip, eyledi şöyle nida:

(Ey Abbas, sen bu işe çok hayret ediyorsun.
Ama kendi haline, neden şaşırmıyorsun?

Ahir zaman Nebisi, o hazret-i Muhammed,
İnsanlığı, İslam’a ediyor şimdi davet.

Davetine koşarken herkes o Peygamberin,
Ne garip ki, bu işten yoktur senin haberin.)

Kuştan da bu sözleri işitince, nihayet,
Çok şükür bana dahi nasib oldu hidayet.

Derhal Resulullahın gidip hanelerine,
Ben dahi şereflendim, girmek ile bu dine.

Ebu Hüreyre dahi, der ki: (Medine'de, biz,
Kimsenin bostanına giremezdik izinsiz.

Zira her bir bostanda, bir deve duruyordu.
Yabancı biri girse, ona saldırıyordu.

Bir gün girdi Resul de, birinin bostanına.
Lakin onun devesi, saldırmadı hiç Ona.

Hatta önüne gelip, burnunu yere koydu.
Ve Onun huzurunda, hürmet ile oturdu.

Resulullah, devenin yularını, boynuna,
Atarak, daha sonra buyurdular ki ona:

(Yerlerde ve göklerde hiçbir şey yok ki zinhar,
Peygamber olduğumu bilmeyip, etsin inkâr.

Yalnız insan ve cinden, bazısı müstesnadır.
Zira onlar içinde, inanmayanlar vardır.)

Daha sonra, devenin sahibine dönerek,
Buyurdu ki: (Bu senden, şikayet ediyor pek.

Ona, öteden beri hep zor işler vermişsin.
Üstelik kendisine, pek az yem yedirmişsin.

Kesmek istiyormuşsun şimdi de bu deveyi.
Ey kişi, doğru mudur onun bana dediği?)

Adam, hayret ederek olmuştu hem bi-huzur.
Dedi: (Ya Resulallah, evet, bunlar doğrudur.)

O zaman Resulullah buyurdu ki: (Ey kimse!
Madem doğru söylüyor, kesme onu öyleyse.)




Kurdun endişesi

Peygamber efendimiz, bir defin esnasında,
Hazır bulunuyordu Baki kabristanında.

O sırada, uzaktan bir kurt geldi koşarak.
Korkuya kapıldılar Eshab telaşlanarak.

Lakin Resulullahın, bu hadise anında,
Değişiklik olmadı sükun ve vakarında.

Ve hatta Eshabına buyurdu ki o zaman:
(Korkmayın, elçiliğe gelir bize o hayvan.)

Hakikaten kurt gelip, edep ile yaklaştı.
Ve Peygamberimize derdini şöyle açtı:

Dedi: (Ya Resulallah, bugün vahşi hayvanlar,
Medine haricinde bir yerde toplandılar.

Ve beni, elçiliğe gönderdiler ki size,
Emir buyurasınız kendi ümmetinize.

Ki, bize rızk için, bir şey tayin etsinler.
Vahşi hayvanlar dahi, onlarla yetinsinler.

Biz, o tayin olunan hayvanları yiyelim.
Daha başkalarına, artık göz dikmeyelim.)

Peygamber efendimiz, (Ne diyorsunuz?) diye,
Baktılar oradaki mevcut sahabilere.

Teslimiyet içinde, onlar sükut ettiler.
Bu hususta bir fikir beyan eylemediler.

Lakin Peygamberimiz, onlara bakıp tekrar,
(Sizler de fikrinizi söyleyin) buyurdular.

O zaman bir tanesi, fikrini eyledi arz.
Dedi: (Ya Resulallah, zekat, bize oldu farz.

Biz ancak, zekat için hayvan verebiliriz.
Bir hayvan da onlara vermeye yok gücümüz.)

Resulullah o zaman, kurda dönüp yüzünü,
Buyurdu ki: (Duydun mu Eshabımın sözünü?)

Kurt şöyle arz etti ki: (Ama, beni hayvanlar,
Eshabına değil de, zatına yolladılar.)

O zaman buyurdu ki: (Diyorum ben de öyle.
Daha başka arzunuz var ise, onu söyle.)

Kurt şöyle arz etti ki: (Bir arzumuz daha var.
Şunu demek ister ki size vahşi hayvanlar:

Biz her gün, bir hayvanı parçalar, onu yeriz.
İnsanların hoşuna gitmez bu fiilimiz.

Bunun için, senin ve Eshabının, bizlere,
Beddua etmesinden korkudayız bu kere.)

O merhamet deryası, Peygamber efendimiz,
Buyurdu ki: (Korkmayın ve müsterih olun siz.

Çünkü size ulaşan günlük nasibinizden,
Ötürü, bir beddua erişmez size bizden.)

Kurt bunu işitince, dedi: (Elhamdülillah!
Sizin bedduanızdan korudu bizi Allah.

Eğer bedduanıza olsa idik müstehak,
Bütün vahşi hayvanlar, olurduk cümle helak.)

Müsaade isteyerek sonra Resulullahtan,
Ayrılıp, sevinç ile uzaklaştı oradan.
 



Putun şehadeti

Peygamber efendimiz, hicret edip Mekke'den,
Medine beldesine teşrif etti ve hemen,

İlk icraat olarak, bir mescit etti bina.
Ve ağaç lazım oldu, o binanın damına.

Hazret-i Ebu Bekir, o Resule gelerek,
Dedi: (Ya Resulallah, üzüldüm bu işe pek.

Zira vardı ağaçlar, Mekke’de benim evde.
Burada olsalardı, kullanırdık bu yerde.)

Peygamber efendimiz buyurdu: (İster misin?
Ki, senin ağaçların, buraya şimdi gelsin?)

O, (İsterim) deyince, Resulullah bu sefer,
Buyurdu: (Öyle ise, onları çağırıver.)

Hazret-i Ebu Bekir, derhal emre uyarak,
Seslendi ağaçlara, oradan bağırarak.

O anda, ağaçları gördü hemen yanında,
Ve onları kullandı, o mescidin damında.

Yine bir gün, Yemen'den çıkıp bazı müşrikler,
İmtihan maksadıyla o Resule geldiler.

Yanlarında ayrıca, bir put getirmişlerdi.
Ve nefis kumaşlarla, onu süslemişlerdi.

Resulullah, onları edince dine davet,
Dediler: (Bir mucize görürsek, olur elbet.

Mesela şu bizim put, tasdik ederse seni,
Biz de tasdik ederiz senin nübüvvetini.)

O Server, asasını koydu putun başına.
Daha sonra, (Ben kimim?) diyerek sordu ona.

O put dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, Allah’ın kulu ve Peygamberisin vallah.)

Kâfirler, putlarından işitince bu sesi,
Dehşete kapılarak, imana geldi hepsi.

Yine Süfyan bin Haris anlatır ki şöylece:
Ben, Peygamberimize iman etmeden önce,

Ahir zaman Nebisi gelir diye, her yerden, 
Duyar ve gelmesini beklerdim her gün hemen.

O günlerde garip bir at gördüm bir mahalde.
Kelime-i tevhidi söylerdi fevkalade.

Buna çok hayret edip, düşündüm ki o saat:
Ne garip, insan gibi gördüm bir konuşan at.

O bana cevap verip, dedi: (Ey gafil insan!
Daha acayibini diyeyim sana şu an.

Hak teâlâ, hiç yoktan yarattı önce seni.
Ve her gün gönderiyor, sana yiyeceğini.

Seni, Resulüyle de Cennete etti davet.
Ama sen, bu davete etmiyorsun icabet.)

Ben sual eyledim ki: (Dediğin Resul kimdir?)
Dedi ki: (Son Peygamber, Muhammed-ül emin'dir.

Mekke’de zuhur edip, Medine’ye göç eder.
Onun gelmesi ile, put devri sona erer.)

Bu kadar mucizeler görünce, ben o zaman,
Şehadeti getirip, hemen oldum Müslüman.
 


Dirilen kuzu

Resulullah, Eshabla bir evde otururken,
Bir ara, yemeklerden açıldı bahis birden.

Sevilen yemekleri sayarken birer birer,
Hepsi, (Et yemeğini seviyoruz) dediler.

O zaman buyurdu ki Peygamber efendimiz:
(Et yemeği yemedik şu tarihten beri biz.)

Bir sahabi dedi ki: (İzin verin, gideyim.
Evde bir et yemeği pişirip getireyim.)

Kalkıp gitti evine Resul izin verince.
Bir kuzusu vardı ki, kesti onu hemence.

Ve kendi eli ile kızartıp, yaptı kebap.
Resulün huzuruna alıp geldi derakap.

O Server buyurdu ki o zaman Sahabeye:
(Mescitte her kim varsa, çağırın bu yemeğe.)

Bu davet üzerine, bir kısım sahabiler,
Gelip, Resulullahla o kebaptan yediler.

O Server buyurdu ki Eshaba o arada:
(Kemikleri atmayın, biriktirin kenarda.) 

Nihayet bitirince hepsi yemeklerini,
Kaldırdı Resulullah mübarek ellerini.

Sonra, o kemiklerin üzerine koyarak, 
Buyurdu ki: (Allah’ın izniyle dirilip kalk!)

O anda kuzu hemen dirilip kalktı yine.
Koşarak gidiverdi sahibinin evine.

Ev halkı onu görüp, dediler ki: (Bu kuzu,
Sabah kestiğimize çok benziyor doğrusu.)

Ebu Kuhafe dahi, der ki: (Ben küçük idim.
Babam vefat edince, ben birden kaldım yetim.

Annem ile birlikte kalırdık dayımlarda.
Ben de, koyunlarını güdüyordum dağlarda.

Şereflenmemişlerdi imanla henüz onlar.
Biz de, İslamiyet’ten hiç değildik haberdar.

Ben koyun otlatırken, Eshabdan biri bir gün,
Beni alıp götürdü sohbetine Resulün.

Öyle duygulandım ki Onun o sohbetiyle,
Gitmeden yapamazdım sohbete bir gün bile.

Fakat dayım ve yengem, razı değildi bundan.
Dediler: (Gitme Ona, çıkarır seni yoldan.)

Koyunların başında ben olmayınca gündüz,
Akşamları koyunlar, dönerdi eve sütsüz.

Dayım vakıf olunca en nihayet bu işe,
Dedi: (Gitmeyeceksin sen artık o kişiye.)

Ben hemen bu hususu Resule eyledim arz.
Buyurdu: (Koyunları önüme getir biraz.)

Getirdim, bereketle dua etti onlara.
Koyunların sütleri, pek çoğaldı o ara.

Sebebini sorunca bana yengem ve dayım,
İşin hakikatini onlara da anlattım.

Dediler ki: (O zatın sohbetine devam et.
Ondan, sana sadece gelir hayır, bereket.)

Ve hatta yengem ile birlikte aynı günde
Gidip iman ettiler Peygamberin önünde.
 


 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol