Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

İlk Müslümanlar

 
 Hazret-i Hatice’nin iman etmesi
 Hazret-i Ali’nin iman etmesi
 Hazret-i Osman’ın iman etmesi
 Yakın akrabayı davet
 Bana kim yardım eder?
 Benden yalan duydunuz mu?
 Akıl dışı bir teklif
 Toplanın ey insanlar!
 Eziyet, işkence, zulüm
 Ebu Leheb ve karısı
 Cezasını buldu
 Görülmemiş hakaret
 Ejderha ve ateş kuyusu
 Resul ile alay edenler
 Allah birdir diyordu
 Sende vicdan yok mudur?
 Demirden gömlek
 Zinnire hatunun ihlası
 İlk şehid
 Ebu Zer-i Gıfari
 Puta tapılır mı?
 Tufeyl bin Amr’ın imanı
 Tatlı dil, güler yüz
 Ona sihirbaz dediler
 Azap âyeti indi
 Hiçbiri gözümde yok
 O, her şeye kadirdir
 Onu Allah diriltecek
 Mus’ab bin Ümeyr
 Ben şehadet ederim ki...
 Öldürmeye gitti, ama...
 


Hazret-i Hatice’nin iman etmesi

Server-i kâinat’a gelince peygamberlik,
Hatice validemiz iman etti Ona ilk.

Resulün tebliğine, hiç tereddüt etmeden,
(Peki!) deyip, imanla şereflendi ilk hemen.

Abdest almasını da, öğrenip Ondan bizzat,
Sonra namaz kıldılar, birlikte iki rekat.

Hatice validemiz, Resulün her emrine,
(Peki!) deyip, severek getirirdi yerine.

Kâfirler alay edip, üzseydi Peygamberi,
Onun tesellisiyle, rahatlardı kalbleri.

Derdi: (Ya Resulallah, üzülmesin hiç kalbin.
İtaat edecektir sonunda sana kavmin.)

Ondan sonra, Resule önce iman eden zat,
Arkadaşı, hazret-i Ebu Bekir’dir bizzat.

O, bir rüya görmüştü, yirmi sene önce tam.
Gökten dolunay inip, parçalandı tamamen.

Ve düştü her parçası bir evin üzerine.
Sonra hepsi birleşip, yükseldi göğe yine.

O sabah, heyecanla uyanıp çıktı evden.
Bir yahudi âlime anlattı bunu hemen.

O dedi: (Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.)
Bu sefer Bahira’ya gitti ve eyledi arz.

O dedi ki: (Kureyş’ten, bir Peygamber çıkacak.
Onun hidayet nuru, her yere yayılacak.

Sen, Onun hayatında olacaksın veziri.
Vefatından sonra da, olursun halifesi.)

Çok hayrette kalarak onun bu tabirine,
Yirmi sene, bunu hiç anlatmadı birine.

Vakta ki Resulullah tebliğ etti dinini,
Hatırladı hemen o rahibin dediğini.

Koşup geldi Resulün huzuruna anında,
Dedi: (Bir şey işittim, bugün senin hakkında.

Peygamber olduğunu, Kureyş’e der imişsin,
Bu yüzden koşup geldim, bunu anlamak için.

Lakin her Peygamberin Peygamber olduğuna,
Delili vardır elbet, delilin nedir buna?)

Buyurdu ki: (Delilim şudur ki bunun için:
Sen, yirmi sene önce, bir rüya görmüş idin.

Bir yahudi âlime, rüyanı eyledin arz.
O dedi: Bu, karışık rüyadır, tabir olmaz.

Ayrılıp gittin hemen ve buldun Bahira’yı.
Dedin ki: Tabir eyle gördüğüm şu rüyayı.

O dedi ki: Kureyşten, bir Peygamber çıkacak.
Hidayetinin nuru, her yere yayılacak.

Sen, onun tabirine pek çok hayret eyledin.
Ve bunu, yirmi yıldır kimseye söylemedin.)

Hazret-i Ebu Bekir, sevindi buna gayet.
Hemen can-ü gönülden getirdi bir şehadet.

Dedi: (Ya Resulallah, şehadet ederim ki,
Sen, Allah tarafından Resulsün elbette ki.

Senin Peygamberliğin elbet haktır, doğrudur.
Nübüvvetinin nuru, bu cihanı doldurur.)

Böylelikle İslam’da, yetişkin kimselerden,
İlk imana gelmekle, o oldu şereflenen.


Hazret-i Ali’nin iman etmesi

Hazret-i Haticeyle, bir zaman Fahr-i âlem,
Namaz kılıyorlardı cemaat halinde hem.

Onları, bu haliyle gördü hazret-i Ali.
Henüz on yaşındaydı, merak etti bu hali.

Namazın hitamında, sual etti: (Bu nedir?)
Buyurdu ki: (Ya Ali, bu, Allah’ın dinidir.

O Allah ki, birdir ve eş, ortak yoktur Ona.
Seni davet ederim bu Allah’a imana.)

Dedi ki: (Babam ile meşveret eyleyeyim.
Sonra gelip, bu babta size cevap vereyim.)

Buyurdu ki: (Ya Ali, imana gelmez isen,
Bu sırrı, başkasına söyleme yine de sen.)

İki adım atınca, geldi ki hatırına:
(Nasihat eylemişti bu babta babam bana.

Demişti ki: Ya Ali, ne der ise Muhammed,
Hiç tereddüt etmeden tasdik eyle, kabul et.)

Şehadeti getirip, Müslüman oldu hemen.
O oldu çocuklardan ilk önce iman eden.

Resulullah uğrunda yaptı çok fedakârlık.
Onu, kendi nefsine tercih etti o artık.

Zeyd ibni Harise’dir dördüncü iman eden.
Hemen tasdik etmişti, hiç tereddüt etmeden.

Azad olmuş köleler içinde ise bu zat,
İlk iman etmek ile şereflendi o saat.


Hazret-i Osman’ın iman etmesi

Hazret-i Ebu Bekir, gelir gelmez imana,
Hemen yaranlarının koşup gitti yanına.

Osman, Talha ve Zübeyr, Sa’d ve Abdurrahman,
Hazret-i Ebu Bekrin arkadaşıydı o an.

Kendisi iman edip, erince hidayete,
İstedi ki, onlar da kavuşsun bu devlete.

Hazret-i Osman der ki: Bir teyzem vardı benim.
Kâhindi, bir gün onu ziyarete gitmiştim.

Bana dedi: (Ya Osman, sana, zevce olarak,
Güzel yüzlü, zahide bir kız nasib olacak.

O hanım, senden önce görmemiştir bir erkek.
Büyük bir Peygamberin hem kızı olsa gerek.

Ve hatta o Peygamber, aramızdadır şu an.
Vahiy nazil olmuştur Ona Allah katından.)

Dedim ki: (Bu şehirde, bilinmiyor hiç böyle.
O halde sen bu sırrı az daha açık söyle.)

Dedi ki: (Muhammed bin Abdullah var ya hani,
O zata Peygamberlik gelmiştir henüz yeni.)

Çok hayrette kalmıştım teyzemin sözlerine.
Hemen koştum acele Ebu Bekir’in evine.

Zira biz, onun ile arkadaştık o zaman.
Durumu anlatınca, bana dedi: (Ya Osman!

Sen akıllı kimsesin, teyzenin sözleri hak.
Cansız put, ilahlığa hiç olur mu müstehak?)

Sonra, beni Resule alıp gitti o zaman.
Resul beni görünce, buyurdu ki: (Ya Osman!

Hak teâlâ Cennete ediyor seni davet.
Ben Onun Resulüyüm. sen de eyle icabet.)

Hemen tasdik eyledim Allah’ın Resulünü.
Şehadeti getirip, iman ettim o günü.


Yakın akrabayı davet

Resulullah, bi’setin ilk üç yılı içinde,
İnsanları İslam’a davet etti gizlice.

İnsanlar, yavaş yavaş iman ediyorlardı.
Üç senede bu sayı, ancak otuza vardı.

İbadet yaparlardı onlar da pek gizlice.
Ve ezberliyorlardı âyetleri indikçe.

Bir müddet sonra ise, nazil oldu bir âyet.
Mealen: (Akrabanı hak dine eyle davet!)

O Server, ifa için Rabbinin bu emrini,
Yakın akrabasının davet etti hepsini.

Onlar, Ebu Talib’in geldiğinde evine,
Bir kap yemek, bir tas süt getirdi önlerine.

Besmele söyleyerek, yedi önce kendisi.
Ve (Buyurun!) deyince, başladı sonra hepsi.

Yemek bir kişilikti, onlar kırk kişiydi tam.
Hepsi yiyip doydular, eksilmedi hiç taam.

Görüp Resulullahın işbu mucizesini,
Bir hayret ve şaşkınlık sardı o an hepsini.

İslam’a davet için, Resul aleyhisselam,
Onlara, bazı şeyler söyleyecekti ki tam,

Davetliler içinden, amcası Ebu Leheb,
Kalkıp, Resulullaha hakaretler etti hep.

Dedi: (Ey akrabalar, şunu diyeyim ki ilk,
Biz, hiç bugünkü gibi, büyük sihir görmedik.

Ey kardeşimin oğlu, hatta ben, senin gibi,
Şer, kötülük getiren görmedim başka biri.)

Resulullah, bu sözden mahzun oldu begayet.
Zira en yakınından görüyordu hakaret.

Buyurdu: (Bugün bana, bütün Arabistan’ın,
Yapamayacakları kötülüğü sen yaptın.) 

Hiç birisi Müslüman olmadan dağıldılar.
Daha sonra onları, çağırdı eve tekrar.

Yemek yendikten sonra, isteyip yine destur,
Buyurdu: (Her türlü hamd, sırf Allah’a mahsustur.

Hak teâlâdan gayri, yoktur başka bir ilah.
Eşi ortağı yoktur, yegane, tektir Allah.

Yalan söylemiyorum, hakkı bildiriyorum.
Siz de bu tek Allah'a iman edin diyorum.

Ben dahi o Allah’ın, size ve her insana,
Gönderdiği Resulüm, iman edin siz bana.

Uyuduğunuz gibi, bir gün öleceksiniz.
Ve uyanır gibi de, hep dirileceksiniz.

Her yaptığınız işten, olacak bir bir hesap.
Görürsünüz karşılık, ya mükafat, ya azap.

Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
Ya ebedi bir elem, ya da sonsuz bir nimet.)

Amcası Ebu Talip, dedi ki: (Ey yeğenim!
Elimden geldiğince sana yardım ederim.

Bu nasihatlerini dinleyip kabullendik.
Ve bütün sözlerini, gönülden tasdik ettik.

Emr olunduğun şeye, devam eyle her saat.
Bu hususta yardımcın, evvela benim bizzat.)

Diğer akrabalar da, sırf Ebu Leheb hariç,
Hep yumuşak konuşup, üzmediler Onu hiç.
 

Bana kim yardım eder?

(En yakın akrabanı davet eyle hak dine!)
Diye vahiy gelince Allah’ın Habibine,

Toplayıp, tebliğ etti dinini onlara hep.
Yine itiraz etti amcası Ebu Leheb.

Hemen ayağa kalkıp, dedi ki haziruna:
(Daha önce davranıp, mani olun siz buna.

Onun dediklerini kabul eder iseniz,
Zillet ve hakarete uğrarsınız hepiniz.)

O Serverin halası Atike Hatun ise,
Dedi: (Böyle konuşmak, yakışır mı hiç bize?

Kardeşimin oğlunun bu dini elbette hak.
Bize layık değildir Onu yalnız bırakmak.

Bugün bütün âlimler diyor ki ittifakla:
Kureyş’ten bir Peygamber gelecektir mutlaka.

Hem de Abdülmuttalip soyundan gelecektir.
O Resul işte budur, sözü hak ve gerçektir.)

Bu sözlere mukabil, yine de Ebu Leheb,
Çirkin konuşmasına devam edip durdu hep.

O zaman Ebu Talip, fena gadaplanarak,
Hemen Ebu Leheb’e bağırdı ki: (Ey korkak!

Ne için yeğenime edersin muhalefet?
Sağ oldukça, biz Onun yardımcısıyız elbet.)

Sonra, Resulullaha döndürerek yüzünü,
Gayet ferahlandırdı Allah’ın Resulünü.

Dedi ki: (Ey yeğenim, insanları Rabbine,
Çağıracağın zaman, haber ver bize yine.

Silahlanıp, seninle hep birlikte gelelim.
Seni, düşman şerrinden muhafaza edelim.)

Sonra Resul-i ekrem, devamla sözlerine,
Dedi: (Davet ederim sizi İslam dinine.

Ben sizi, dilde kolay, mizanda ağır basan,
Şu iki kelimeye çağırıyorum şu an.

La ilahe illallah Muhammedün Resulullah.
Buna inanırsanız, bulursunuz tam felah.

Yani Allah’tan başka bir ilah yoktur daha.
Ben dahi, o Allah’ın Resulüyüm kullara.

Rabbim, bana melekle göndererek bir âyet,
Buyurdu: Akrabanı hak dine eyle davet

Benim bu davetimi hanginiz kabul eder?
Ve hanginiz bu yolda, bana hep yardım eyler?)

Üç defa tekrar etti Resul bu teklifini.
Kimse cevap olarak çıkarmadı sesini.

Yalnız her defasında, bir kimse kalkıyordu.
(İnandım, her yardıma ben hazırım!) diyordu.

Hazret-i Ali idi bu şerefe kavuşan.
Hem henüz çocuk olup, on yaşındaydı o an.

Üçüncüde kalkarak, dedi: (Ya Resulallah!
Senin nübüvvetine inanıyorum vallah.

Gerçi yaşça, bunların en küçüğü isem de,
Sana yardım ederim, her zaman ve her yerde.)

Peygamber efendimiz, tuttu onun elinden.
Diğerleri, hayretle dağıldılar evinden.
 

Benden yalan duydunuz mu?

Bir vahiy gelmişti ki hazret-i Peygambere:
(Davet et insanları İslam’a aşikâre!)

O günden itibaren, Allah’ın Sevgilisi,
Dine, açık olarak davet etti herkesi.

Çıkıp safa dağına, seslendi ki bu kere:
(Ey Kureyş insanları, toplanınız bir yere!)

İnsanlar toplanınca, seslendi ki: (Ey kavmim!
Yalan söylediğimi duydunuz mu hiç benim?)

Hep birden dediler ki: (Duymadık hiçbir zaman.
Sen emin bir kişisin, uzaksın her yalandan.)

Buyurdu: (Ey insanlar, hamd olsun Rabbimize.
Ki, Peygamber eyleyip, gönderdi beni size.

O Allah ki, yerlerin göklerin sahibidir.
O Allah ki, her şeyin malikidir ve birdir.

Rab yoktur Ondan başka, ibadete müstehak.
Her canlıyı yaratan, öldüren Odur ancak.)

Ebu Leheb, hiddetle bağırdı o Servere:
(Bizi, bunun için mi topladın sen bu yere?)

Ve hemen cemaate döndürerek yüzünü,
Dedi: (Bu divanedir, dinlemeyin sözünü.)

Oraya toplananlar, duyunca bunu ondan,
Hiç iman etmeksizin, ayrıldılar oradan.

Sonradan birer birer artınca Müslümanlar,
Bir araya geldiler hemen inanmayanlar.

Gelip Ebu Talib’e dediler: (Sen bilirsin.
Sen, sevip saydığımız kişilerden birisin.

Gözetiriz rızanı bizler her hal-ü kârda.
Lakin senin yeğenin, bak neyler bu arada?

Aba-ü ecdadının dinini terk ederek,
Yeni din ihdas etti Peygamberim diyerek.

Senin ikazlarınla vazgeçmezse O eğer,
Biz hakkından geliriz düşünüp bir çareler.

Aksi halde, Mekke’de ya O olur, ya da biz.
Onun bu işlerine kalmadı takatimiz.)

Ebu Talip, ısrarla koruyordu Resulü.
Onun üzülmesine yoktu hiç tahammülü.

O üzülmesin diye, sakladı bunu Ondan.
Yatıştırıp gönderdi, kâfirleri yanından.

Lakin bir müddet sonra, geldiler ona yine.
Dediler: (Bir şey söyle artık şu yeğenine.

Yoksa, çarpışacağız şu andan itibaren.)
Ebu Talip üzülüp, Resule geldi hemen.

Başını öne eğip, dedi: (Kuzum, dikkat et!
Kureyş, senin hakkında ediyorlar şikayet.

Sana düşman oldular bu günden sonra artık.
Akraba arasında, kötü şeydir düşmanlık.)

Buyurdu ki: (Ey amcam, eğer ki o kimseler,
Sağ elime Güneşi, sola Ay’ı verseler.

Vazgeçmem, çalışırım elimden ne gelirse.
Hatta canımı bile veririm gerekirse.)

Bu sözleri söyleyip, hızla kalktı yerinden.
Mübarek gözlerine yaş doldu kederinden.

Anladı Ebu Talip Resulü üzdüğünü.
Pişman olup, hemence geri aldı sözünü.

Dedi ki: (Sen devam et, asla korkma kimseden.
Hep himaye ederim, hayatta oldukça ben.)


Akıl dışı bir teklif

Müşrikler anladı ki, Ebu Talip an be an,
Resul-i kibriyayı koruyor her zarardan.

Ümare nam bir genci, yanlarına alarak,
Hemen Ebu Talib’in hanesine vararak,

Dediler: (Bu gördüğün, Ümare ibni Velid,
Mekke’deki gençlerin içinde tek bir yiğit.

Çok yakışıklı olup, cemali pek güzeldir.
Hem dahi şair olup, ahlakı mükemmeldir.

Bunu sana verelim, bulunsun hep yanında.
Muhammedi bize ver, bunun karşılığında.

Kullan her hizmetinde, sen bu ibni Velid’i.
Biz alıp öldürelim, yeğenin Muhammed’i.)

Ebu Talip, bu söze hiddetlenip begayet,
Şöyle deyip, onları anında eyledi red:

(Önce siz, oğlunuzu verin ben öldüreyim.
Ondan sonra ben size yeğenimi vereyim.)

Bu cevap karşısında şaşıran o kâfirler,
Gayet meyus bir halde, ona şöyle dediler:

(Bizim çocuklarımız, Onun yaptığı gibi,
Yaparsa, sen onları al öldür pek tabii.)

Ebu Talip, onlara hiç yüz göstermeyerek,
Dedi: (Benim yeğenim, mübarek kişidir pek.

Sizin çocuklarınız, toplansalar külliyen,
Yine benim yeğenim, üstündür herbirinden.

Demek ben, oğlunuzu alıp besleyeceğim.
Size, öldürmek için oğlumu vereceğim.

Bu teklif, ne mantıksız, ne akılsızdır cidden.
Bir dişi deve bile, uzaktır böyle işten.

İş artık çığırından çıkmıştır, madem öyle,
Yeğenim Muhammed’in, bilin ki bundan böyle,

Düşmanı her kim ise, ben onun düşmanıyım.
Yapın ne isterseniz, Onu koruyacağım.)

Müşrikler, bir hışımla kalktılar yerlerinden.
Hepsi Ebu Talib’in ayrıldılar evinden.

Ebu Talip, aynı gün, Haşim oğullarını,
Toplayıp, haber verdi bunların yaptığını.

O gün, Resulullaha yardım etmek babında,
Tam ittifak yapıldı akraba arasında.

Lakin bu ittifaka girmedi Ebu Leheb.
O, müşrikler yanında devamlı bulundu hep.

Ebu Talip dedi ki: (Ey yiğitler, hepiniz,
Yarın, kılıçlarınız belinizde geliniz.)

Ertesi gün, Resulü yanlarına alarak,
Kâbe’ye yürüdüler, kimseden korkmayarak.

Beytullahın yanında toplanmıştı müşrikler.
Gelip, o kâfirlerin karşısına geçtiler.

Ebu Talip, gür sesle dedi: (İşittim ki siz,
Yeğenim Muhammed’i öldürecekmişsiniz.

Bu ardımdaki gençler, elleri kılıçlarda.
Tek bir işaretimi beklerler şu sırada.

Onu öldürürseniz, o takdirde ben dahi,
Tek birinizi bile sağ bırakmam vallahi.)

Müşrikler, bu sözlerden korkup dona kaldılar.
Hiçbir cevap vermeden, oradan dağıldılar.
 

Toplanın ey insanlar!

Bir gün Resul-i ekrem, çıktı Safa dağına.
Çağırdı gür bir sesle kavmini etrafına.

Zira emir almıştı Allahü teâlâdan.
Dinini tebliğ için, çalışırdı durmadan.

Buyurdu ki: (Yanıma toplanın ey insanlar!
Zira size diyecek mühim bir haberim var.)

Bu davet üzerine, kabileler koşarak,
Bir anda toplandılar hayretle konuşarak.

Derlerdi ki: (El-Emin çağırıyor bizleri.
Bakalım ki ne imiş bize mühim haberi?)

Hepsi tamam olunca, buyurdu: (Ey insanlar!
Desem ki, şu tepenin arkasında düşman var.

Hücuma geçecekler falan yerden bu gece.
Siz inanır mısınız bu sözüme hemence?)

Hep birden dediler ki: (İnanırız muhakkak.
Çünkü sen, çok eminsin, yalan yok sende elhak.)

Resulullah devamla buyurdu: (Öyle ise,
Mühim bir hakikati söyleyeyim ben size.

Bir tek ilah vardır ki ibadete müstehak.
O hakiki Allah’a yoktur şerik ve ortak.

Ben dahi o Allah’ın size Peygamberiyim.
Bana iman edin ki, ben yalandan beriyim.)

Dinleyenler içinde, amcası Ebu Leheb,
Dedi: (Bunun için mi çağırdın bizleri hep?)

Sonra bir taş fırlattı Allah’ın Habibine.
Kimse iman etmeden, dağıldılar hep yine.

Bir gün de, Beytullahta, o Kureyş kâfirleri,
Kötülüyorlar idi Sevgili Peygamberi.

Derlerdi: (Muhammed’e tahammül ettiğimiz,
Gibi, hiçbir insana sabır göstermedik biz.

Bize, sefihsiniz der ve bizi tahkir eder,
Putları kötüleyip, dinimize bâtıl der.

Bizi, birbirimizden ayırır da, biz yine,
Hiçbir şey söylemeyiz bu babta kendisine.)

Onlar bu sözde iken, Resul de o tarafa,
Teşrif edip, başladı Beytullahı tavafa.

Az sonra, kâfirlerin yanından geçer iken,
Çok ağır hakaretler ettiler Ona birden.

İkinci tavafta da, önlerine gelince,
Daha çok hakaretler eylediler bir nice.

Allah’ın Sevgilisi, o an gadaplanarak,
Şunları buyurdular, onlara sert bakarak:

(Ey Kureyş, yemin ile söylerim ki ben şu an,
Bir gün olacaksınız herbiriniz perişan!)

Sonra geri dönerek, başladı yürümeye.
Kâfirler başladılar korkudan titremeye.

Hatta aktı kanları sonra bedenlerinden.
Pek çok pişman oldular Ona dediklerinden.

Hepsi, Resulullahın arkasından giderek,
Yalvardılar (Biz ettik, sen eyleme) diyerek.

En çok da Ebu Cehil Ona yalvarıyordu.
Ardından köle gibi gidip şöyle diyordu:

(Sen, hiç meçhul birisi değilsin ya Muhammed!
İstediğin şekilde ibadete devam et.)
 


Eziyet, işkence, zulüm

Ertesi gün müşrikler, gelip Kâbe dibinde,
Atıp tutuyorlardı Resulün aleyhinde.

Az sonra, Resulullah teşrif etti oraya.
Hep birden saldırdılar Resul-i kibriyaya.

Ve hatta içlerinden, en azılı ve bedbaht,
Bir kâfir var idi ki, Ukbe bin Ebi Muayt,

Peygamber-i zişânın yapıştı yakasına,
Ve sıkmaya başladı sanki boğarcasına.

Yetişti o esnada, Hazret-i Ebu Bekir,
Ve gördü ki, vaziyet gayet tehlikelidir.

Onu, bu kâfirlerden kurtarmak maksadıyle,
Daldı aralarına, hemence can havliyle.

Dedi: (Rabbim Allah’tır diyen bir kimseyi siz,
Öldürecek misiniz, sizin Peygamberiniz.)

Onlar, Resulullahı bırakarak bu kere,
Saldırıya geçtiler Hazret-i Ebu Bekre.

Başına ve yüzüne vurdular tekme tokat.
Ve Utbe bin Rebia adındaki bir bedbaht,

Ayakkabılarıyla vurarak yüzüne hem,
Kan içinde bırakıp, verdi büyük bir elem.

Tanınmayacak hale gelmişti ki mübarek,
Birden Teym oğulları yetişti seğirterek.

Onu, o kâfirlerin alarak ellerinden,
Kendisini böylece kurtardılar ölümden.

Bir çarşafın içinde, götürdüler evine.
Bayılmıştı, bir müddet gelemedi kendine.

Babası ve Teym’liler, bu mübarek kişinin,
Uğraştılar, kendine gelebilmesi için.

Ancak akşama doğru kendisine gelince,
(Resulullah nasıldır?) diye sordu ilkönce.

Validesi Ümmül Hayr dedi ki: (Ey evladım!
Ne yemek istiyorsan, hemen hazırlayayım.)

Buna cevap olarak, dedi: (Ümmü Cemil'den,
Resulün durumunu, öğrenin gidip hemen.)

O, hazret-i Ömer’in olurdu hemşiresi.
Bir bilgi almak için ona gitti annesi.

Üzüldü Ümmü Cemil durumu öğrenince.
Yine onun yanına geldiler aynı gece.

Sordu Ümmü Cemil’e hazret-i Ebu Bekir:
(Şu anda Resulullah acaba ne haldedir?)

(Hayattadır) deyince, dedi: (Elhamdülillah!
Peki şimdi ne yapar, nerdedir Resulullah?)

Ümmü Cemil dedi ki: (Erkam’ın evindedir.
Şükür hayatta olup, sıhhati yerindedir.)

Dedi: (Resulullahı görmedikçe ben bizzat,
Ne yer, ne de içerim, geçse de hayli saat.)

Gece, herkes uyuyup, çekilince el ayak,
Güçlük ile doğrulup, onlara dayanarak,

Yavaş yavaş yürüyüp, vardı Resulullaha.
Onu sıhhatli görüp, şükreyledi Allah’a.

Koklayıp öptü Onu, sevgiyle sarılarak.
Kalbi, Onu görünce müsterih oldu ancak.
 


Ebu Leheb ve karısı

Ukbe bin Ebi Muayt ve bir de Ebu Leheb,
Bunlar, Resulullaha sıkıntı verirdi hep.

Hatta Resulullahın hanesi, o demlerde,
Bunların evlerinin arasındaydı hem de.

Bunlar fırsat buldukça, eziyet yaparlardı.
Kapısının önüne işkembe atarlardı.

Amcası Ebu Leheb, bununla yetinmeyip,
Ona taş atıyordu, komşu eve gizlenip.

Karısı Ümmü Cemil, kalmazdı ondan geri.
O da, öte beriden toplayıp dikenleri,

Geçeceği yollara dökerdi onları hep.
Ki, Allah’ın Resulü incinsin bundan sebep.

Bir gün de Ebu Leheb, pislik getirip yine,
Dökecekti Resulün kapısının önüne.

Lakin hazret-i Hamza, görüp aldı elinden.
Getirdiği pisliği, başına döktü birden.

İşte Ebu Leheb’le, karısı Ümmü Cemil,
Böyle yaptıklarından oldular hor ve zelil.

Zira Tebbet suresi inince haklarında,
Daha da kudurdular bu düşmanlıklarında.

Karısı, işitince bu vahyin indiğini,
Aramaya başladı Allah’ın Habibini.

Kâbe’de olduğunu birisinden duyarak,
Yürüdü o tarafa, hiddetten kudurarak.

Sonra, yerden eline alarak koca bir taş,
Resulün arkasından yürüdü yavaş yavaş.

Hazret-i Ebu Bekir, Resulün huzurunda,
Bulunup, sohbetini dinliyordu o anda.

Bir ara, fark etti ki hazret-i Ebu Bekir,
Ümmü Cemil, elinde taş ile gelmektedir.

Heyecana kapılıp, dedi: (Ya Resulallah!
Bu size, bir fenalık yapabilir mazallah.

Hemen çekilseniz de bir köşeye siz yine,
Korkarım ki, bir zarar verir hazretinize.)

Ve lakin Resulullah gizlemedi kendini.
Buyurdu: (Ya Eba Bekr, göremez hiç o beni.)

Kadın gelip dedi ki hazret-i Ebu Bekre:
(Az önce görüyordum, kayboldu birden bire.)

Öfkeden kudurarak, dedi: (Ya Eba Bekir!
Çabuk söyle, ne oldu, arkadaşın nerdedir?

Duydum ki hicv eylemiş o kocamı ve beni.
O şairse, biz dahi şairleriz, ne yani.

Onun nübüvvetini, biz kabul etmiyoruz.
Getirdiği dini de, asla istemiyoruz.

Yemin ediyorum ki, görseydim Onu şayet,
Şu taşı, kafasına vuracaktım ben elbet.)

Ona dönüp, dedi ki hazret-i Ebu Bekir:
(O, şair değildir ve seni hicv etmemiştir.)

Bir şey yapamamanın ateşiyle yanarak,
Çekilip gitti sonra, oradan ayrılarak.

Hazret-i Ebu Bekir, arz etti ki Resule:
(Nasıl oldu, o kadın görmedi sizi böyle?)

Buyurdu: (O kör oldu, yalnız benim hakkımda.
Artık beni göremez, olsa da yakınımda.)


Cezasını buldu

Hazret-i Peygamberin mübarek kızlarından,
Hazret-i Ümmü Gülsüm ve Rukayye, o zaman,

İkisi de, sözlü ve nikahlıydı o ara.
Ve lakin düğünleri yapılmamıştı daha.

Bunlar, Ebu Leheb’in oğullarından olan,
Utbe ve Uteybe’yle nikahlılardı o an.

Henüz Tebbet suresi olmuştu yeni nazil.
Ebu Leheb kızarak, hemen buna mukabil,

Oğulları Utbe ve Uteybe’ye, o melun,
Dedi ki: (Kızlarını boşayın siz de Onun.

Boşayın ki, düşsün o bir sıkıntı içine.
İstediğiniz kızı, alırım size yine.)

Onlar da boşadılar hemen (Peki) diyerek,
Hatta alçak Uteybe, ileriye giderek,

Peygamber-i zişânın varıp hemen yanına,
Çok hakaret ederek, şöyle söyledi Ona:

(Ben, senin dininden ve senden hoşlanmıyorum.
Ve işte bu sebepten, kızını boşuyorum.

Artık ne sen beni gör, ne ben seni göreyim.
Ne sen bana gel artık, ne ben sana geleyim.)

Bununla da kalmayıp, saldırdı üzerine.
Yakasına yapışıp, çok şeyler dedi Ona.

Ve öyle sıkı tutup çekti ki gömleğinden,
O mübarek gömleği yırtıldı o yerinden.

Resulullah beddua eylediler o saat:
(Ya Rab, bir canavarı eyle buna musallat.)

Bu Uteybe alçağı, babasının yanına,
Dönüp, bu olanları anlattı o gün ona.

Ebu Leheb dinleyip, dedi ki ona fakat:
(Onun bu duasından içim hiç değil rahat.)

Bir müddet sonra ise, çağırıp bir gün onu,
Şam’a, ticaret için gönderdi bu oğlunu.

Konakladı kafile Zerka denen bir yerde.
Dolaşmaya başladı bir arslan o çevrede.

Uteybe, o arslanı görünce korktu fena.
Dedi: (Eyvah, o arslan muhakkak geldi bana.

Muhammed’in duası, her halde kabul oldu.
Arslan beni yiyecek, vah, Uteybe mahvoldu.)

Onu, gayet yüksekçe bir yere yatırdılar.
Gecenin yarısında, o arslan geldi tekrar.

Birer birer koklayıp kafiledekileri,
Ve buldu en nihayet o melun Uteybe’yi.

Üzerine sıçrayıp, karnını yardı hemen.
Çok feci parçaladı onu bir çok yerinden.

Uteybe, verir iken en son nefeslerini,
Diyordu ki: (Muhammed öldürdü elbet beni.

Size ben zaman zaman diyordum ya, Muhammed,
İnsanların, en doğru söyleyenidir elbet.)

Melun, alçak Uteybe, bunları diye diye,
Can verip yakalandı, azab-ı ebediye.

Sonra, Ebu Leheb de işitti hadiseyi.
Ki, arslan parçalamış evladı Uteybe’yi.

Dedi: (Size demiştim, Uteybe’nin hakkında.
Onun bu bedduası, çıkacak pek yakında.)
 

Görülmemiş hakaret

Resulullah, bi’setin evvelki yıllarında,
Bir gün, namaz kılarken Beytullahın yanında,

Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri,
Gidip, Kâbe yanında oturdular herbiri.

Başta Ebu Cehil’le, Ukbe bin Ebi Muayt,
Ve yine bunlar gibi, küffardan yedi bedbaht,

Görüp Resulullahın namaza durduğunu,
Bir şey yapıp üzmeyi istediler hep Onu.

Bir deve işkembesi gördüler o arada.
Bir gün önce kesilmiş, dururdu bir kenarda.

O alçak Ebu Cehil dedi ki: (Arkadaşlar!
Bakın şu ilerde bir deve işkembesi var.

İçinizden hanginiz, onu alıp eline,
Koyar o, secdedeyken, sırtının üzerine?)

Onların en zalimi ve en bedbahtı olan,
Ukbe bin Ebi Muayt ayağa kalktı o an.

(Ben yaparım!) diyerek, aldı o işkembeyi.
O an Resulullah da, yapıyordu secdeyi.

Yavaş yavaş yaklaşıp Allah’ın Resulüne,
Koydu o işkembeyi omuzları üstüne.

Müşrikler, katılarak çok fazla gülüştüler.
Öyle ki, birbirleri üzerine düştüler.

Allah’ın Sevgilisi, üzüldü fevkalade.
Secdeyi uzatarak, biraz kaldı o halde.

Abdullah ibni Mesud vardı ki Sahabeden,
O da, bu hadiseyi görmüş idi ilerden.

O, şöyle anlatır ki: Ben onu gördüğüm an,
Öyle çok üzüldüm ki, beynime sıçradı kan.

Lakin ben kimsesizdim, çok da zayıf idim hem.
Ve beni koruyacak yoktu kavmim, kabilem.

Yardım edemediğim için üzülüyordum.
Çaresizlik içinde kıvranıp duruyordum.

Bir şey yapamamanın ezikliği içinde,
Yanıp kavruluyordum nedamet ateşinde.

O arada bir kişi, kızları Fatıma’ya,
Haber vermiş, o hemen koşup geldi oraya.

O zaman küçük idi, seğirtip geldi hemen.
Alıp attı o şeyi Resulün üzerinden.

Âlemlerin sultanı, o Allah’ın Habibi,
Doğruldu o secdeden, bir şey olmamış gibi.

Sonra buyurdular ki çok üzülüp bu hâle:
(Ya Rabbi, ben bunları sana ettim havale.)

Hatta o kâfirlerin sayıp tek tek ismini,
Ona havale etti o küffârın hepsini.

Onlar, bu bedduayı işitip çok korktular.
Ve hatta o korkudan gülmeyi unuttular.

Çünkü bilirlerdi ki, Beytullahta yapılan,
Hele Onun duası, kabul olurdu o an.

O gün Resulullahın ismini söylediği,
Ebu Cehil ve öbür kâfirlerin herbiri,

Bedir’de öldürülüp, yerlere serildiler.
Ve sıcakta kokuşup, leş haline geldiler.

Daha sonra o leşler, hepsi ardı ardına,
Sürüklenip atıldı, Bedir çukurlarına.
 

Ejderha ve ateş kuyusu

Bir gün de Ebu Cehil, otururken Kâbe’de,
Orada bulunurdu Kureyş kâfirleri de.

Onlara hitab edip, dedi: (Ey Kureyşliler!
Halk, Müslüman oluyor her gün birer ikişer.

Muhammed, dinimizi her yerde ayıplıyor.
Ve bizim taptığımız putlara bâtıl diyor.

Akılsız gözü ile bakıyor bizlere hep.
Onun bu davranışı, üzmez mi sizi acep?

Yeminle söylerim ki huzurunuzda şu an,
Bunun intikamını alacağım ben Ondan.

Yarın, büyük bir taşı elime alacağım.
O secdeye gidince, başına vuracağım.

Beni, onlara karşı korumasanız da siz,
Ben bu dediğim işi yapacağım şüphesiz.)

Müşrikler dediler ki bunun karşılığında:
(Sen bunu yap, biz senin bulunuruz yanında.

Yemin ediyoruz ki, koruruz seni elbet.
Yeter ki aramızdan ölüp gitsin Muhammed.)

Ertesi gün, eline büyükçe bir taş aldı.
Beytullaha gelerek, beklemeye başladı.

Vakta ki Resulullah, gelip durdu namaza.
Ebu Cehil kâfiri, duramadı bir lahza.

Kalktı hemen hışımla, elinde koca bir taş.
Bir köşeye gizlenip, yaklaştı yavaş yavaş.

Az sonra, Resulullah secdeye vardığında,
Daha da ilerleyip, durdu hemen ardında.

Ve o taşı kaldırıp, vuracaktı ki birden,
O anda birden bire o taş düştü elinden.

Bir şeyden korkmuş gibi titriyordu elleri.
Ve hemen geri dönüp, terk eyledi o yeri.

Kâfirler merak edip, sordular ona derhal:
(Niçin taşı vurmayıp, geri kaçtın, ne bu hâl?)

Dedi ki: (Hiç sormayın, yaklaşınca ben Ona,
Kocaman bir ejderha hücuma geçti bana.

Öyle çok heybetli ve büyük idi ki başı,
Ondan korkup, düşürdüm elimdeki o taşı.

Görmemiştim ömrümde, öyle korkunç bir hayvan.
Elimde olmaksızın firar ettim oradan.)

Bir gün de Beytullahda, sordu ki müşriklere:
(Muhammed, namaz için gelecek mi bu yere?)

Onlar (Evet) deyince, sordu yine o günü:
(Namaz kılıp, toprağa koyacak mı yüzünü?)

Onlar, bu suale de deyince hemen (Evet.)
Dedi: (Onun hakkından geleceğim ben elbet.

O namaza durunca, gizliden gideceğim.
Başını, ayağımla secdede ezeceğim.)

Ertesi gün o Server, namaza durdu gelip,
O, gitti arkasından, gizlice ilerleyip.

Çok yaklaşmış idi ki sevgili Peygambere,
Korkarak uzaklaştı oradan birden bire.

(Ne için kaçtın?) diye ona sorduklarında,
dedi: (Ateş kuyusu hasıl oldu anında.

Alevlerin, üstüme saçıldığını gördüm.
Korkup, hemen oradan acele geri döndüm.)


Resul ile alay edenler

Kâinatın Sultanı, bir gün Kâbe’de iken,
Cibril aleyhisselam yanına geldi birden.

Dedi ki: (Senin ile istihza edenlerin,
Hakkından gelmek için, emir aldım ve geldim.)

Beş kişi idiler ki bu kâfirler o zaman,
İstihza ederlerdi Resulle utanmadan.

Biraz sonra, beşi de, hikmet-i ilahiyle,
Onların önlerinden geçtiler sıra ile.

Her birisi geçerken, Cebrail, o kişinin,
Baktı bir azasına, helak olması için.

Kiminin bacağına, kiminin göz ve ayak,
Gibi azalarına baktı çok sert olarak.

Daha sonra dedi ki Resul-i kibriyaya:
(Bu beş kişi, yakında uğrarlar bir belaya.)

Her kimin neresine baktı ise o zaman,
Hepsi helak oldular, hep o azalarından.

(As bin Vail eslemi), bunlardan biri buydu.
Oğlu ile birlikte, merkeple gidiyordu.

Biraz sonra bu kâfir, merkepten iner iken,
Ayağının birine, battı sivri bir diken.

Kısa zaman içinde çok feci oldu hali.
Şişti bütün bacağı deve boynu misali.

Ağrı ve sancısından bağırır, böğürürdü.
Derdi ki: (Muhammed’in Rabbi beni öldürdü.)

(Esved bin Muttalip)ti, ikinci kâfir ise,
Bir ağacın altında otururken bu kimse,

Birden görme hassası gitti iki gözünden.
Cibril geldi yanına, o anda gökyüzünden.

Başını, vura vura o ağaç gövdesine,
Gönderdi pis ruhunu esfel-i safiline.

Kölesine derdi ki: (Fırlasana yerinden.
Gelip de kurtarsana, beni bunun elinden.)

O derdi ki: (Kimseyi görmüyorum ben fakat.
Seni, kimin elinden kurtarayım şu saat?)

(Esved bin Abdi Yağves), bunların üçüncüsü.
Siyah oldu aniden gövdesi, habis yüzü.

Akşam eve gelince, değişmişti tamamen.
İğrenç ve gayet korkunç bir hale girdi birden.

Zevcesi, çocukları onu tanımadılar.
Bu yüzden kendisini içeri almadılar.

Gadabından, başını kapıya vura vura,
Ebedi cehenneme vasıl oldu o ara.

(Haris ibni Kays) idi, biri o kâfirlerden.
Bir gün hararetlendi tuzlu balık yemekten.

Ne çok su içtiyse de, kanmıyordu ne var ki,
Zira onun, bu yoldan olacaktı helaki.

Suya kanayım diye, içti içti habire.
Öyle ki, en sonunda çatladı birden bire.

(Velid bin Mugire)ydi beşincisi bunların.
Bu, önünden geçerken okçu dükkanlarının,

Ok girdi bacağına dükkanların birinden.
Çıkarmadı o oku, gurur ve kibirinden.

Kan kaybından o dahi kendini etti helak.
Böylece Cehenneme gitti sonsuz olarak.



Allah birdir diyordu

Resulullah, dinini aşikâre olarak,
Tebliğe başlayınca, kâfirler toplanarak,

Buna mani olmaya sa’y-ü gayret ettiler.
Olmayınca, eziyet etmeye kastettiler.

Lakin Resulullahı korurdu Ebu Talip.
Bu sebeple kâfirler, ondan korkup, çekinip,

Fazla yapamazlardı Resule eza, cefa.
Lakin kimsesizlere yaparlardı çok defa.

Mesela (Süheyb) ile, bir de (Habbab) ve (Ammar),
Yaparlardı bunlara dayanılmaz cefalar.

Biri de (Bilal) idi bu zayıf müminlerin.
Kölesiydi Ümeyye adında bir kâfirin.

Oniki kölesinden, bunun tavrı ve hali,
Hoşuna gittiğinden çok severdi Bilal’i.

Puthaneye nöbetçi yapmıştı onu hem de.
Lakin iman etmişti Bilal de o günlerde.

Orada, gizli gizli ibadet ediyordu.
Putları da yatırıp, secde ettiriyordu.

Ümeyye bunu duyup, çıkıştı ki Bilal’e:
(Sen de mi iman ettin, çok şaşırdım bu hale.)

Ümeyye kâfirine dedi ki o da hemen:
(Evet, gerçek mabuda ibadet ederim ben.)

Bilal’in cevabından, gadaplandı Ümeyye.
Başladı insafsızca eza cefa etmeye.

Tam öğle sıcağında, onu, çıplak olarak,
Kumların üzerine, sırt üstü yatırarak,

Derdi ki: (Muhammed’in Allah’ını inkâr et!
Bizim putlarımıza yap sadece ibadet.)

Bazan da onu gömüp kızgın kumun içine,
(Muhammed’in dininden dön!) derdi kendisine.

Bilal, bu cefaları çekerdi de ruz-ü şeb,
Yine de (Birdir Allah! birdir Allah!) derdi hep.

Bazan da soyundurup, diken üstünde onu,
Sürütüp, parça parça ederdi vücudunu.

Buna dahi sabredip, dönmez idi dininden.
(Allah birdir) sözünü düşürmezdi dilinden.

Ümeyye kâfiriyse, görüp bir gün bu hali,
Yatırdı kızgın kuma hiddet ile Bilal’i

Çıkıp, dizleriyle de bastırdı sinesine.
Öyle ki, halel geldi bir müddet nefesine.

Kıpırdamaya bile kalmayınca mecali,
Bırakıp gitti artık, (öldü) diye Bilal’i.

Kendisine gelince, etti ki hemen sual:
(Şimdi Lat ve Uzza’ya inandın mı ey Bilal?)

Son derece halsizdi, çıkmıyordu nefesi.
Ve hatta bitkinlikten çıkmıyordu hiç sesi.

Parmağını kaldırıp, işaret eyleyerek,
Söyledi imanını (Allah birdir!) diyerek.

Hazret-i Bilal der ki: (Ümeyye, çok defalar,
Gece beni bağlayıp, ederdi çok cefalar.

Yine sıcak bir günde, gelip beni alarak,
Yatırdı kızgın kuma, hem de çıplak olarak.

Göğsümün üzerine, taş koydu ağırından.
O anda bayılmışım taşın ağırlığından.)
 

Sende vicdan yok mudur?

Kendime geldiğimde, baktım ki güneş batmış.
Üstümdeki kayayı, kaldırıp biri atmış.

Dedim ki: (Ya ilahi, çok şükür bu halime.
Zira halel gelmedi imanıma, dinime.)

Sonra, kendi kendime söylendim ki ben hemen:
(Hepsi hoş ve güzeldir elbette Haktan gelen.)

Yine bir gün o zalim, elbisemi çıkarıp,
Kalın deve ipini, boynuma sıkı sarıp,

Mekke çocuklarına verdi ipin ucunu,
Yerlerde sürükletti günlerce vücudumu.

Öyle ki, param parça oldu bütün bedenim.
O gün Allah’tan başka, yoktu yardım edenim.

Bir gün Resul-i ekrem, oradan geçiyordu.
Bilal, taşın altında (Allah birdir!) diyordu.

Buyurdu ki: (Ya Bilal, seni, bu Allah demen,
Kurtarır bu insafsız kâfirlerin elinden.)

Oradan hanesine gelince biraz sonra,
Hazret-i Ebu Bekir gelip girdi huzura.

Ona dahi anlatıp o günkü gördüğünü,
Bildirdi Bilal için pek çok üzüldüğünü.

Hazret-i Ebu Bekir, gitti hemen Bilal’e.
Görünce, kendisi de çok üzüldü bu hale.

Baktı ki, kızgın kumun içine yatırmışlar.
Üstüne de büyükçe bir kayayı koymuşlar.

Çok üzülüp dedi ki o zalim Ümeyye’ye:
(Niçin azab edersin bu zavallı köleye?

La ilahe illallah derse eğer bir insan,
Cezaya mı layıktır, yok mudur sende vicdan?

Zavallının üstünden kaldır at şu kayayı.
Ve sat bana. vereyim istediğin parayı.)

Dedi: (Dünya dolusu versen de çok paralar,
Yine satmam Bilal'i, vermişim kati karar.

Lakin onu, bir şartla sana verebilirim.
Yardımcın Amir ile, Bilal’i değişirim.)

Çok iyi becerirdi (Amir) de ticareti.
Onu elde etmekti Ümeyye’nin niyeti.

(Kabul!) deyip, değişti Amir’i Bilal ile.
Kurtardı bu cefadan Bilal’i böylelikle.

Buna çok sevinmişti o Ümeyye kâfiri.
Dedi ki: (İyi oldu, aldattık Ebu Bekri.)

Hazret-i Ebu Bekir, memnun idi daha da.
Zira kurtarmış idi, Bilal’i bu arada.

Onun kurtulmasını Resul de çok isterdi.
Resulü sevindirmek, dünyalara değerdi.

Ve hemen Bilal ile el ele tutuşarak,
Geldi Resulullaha sevincinden uçarak.

Dedi: (Ya Resulallah, Bilal’i, Ümeyye’den,
Amir ile değişip, satın aldım bugün ben.

Zira gördüm ben dahi onun bu cefasını.
Siz dahi isterdiniz onun kurtulmasını.

İşte ya Resulallah, müjde vereyim size,
Azad ettim Bilal’i, sizin şerefinize.

Şu anda köle değil, hürdür o bizim gibi.
Rahat etsin kalbiniz ey Allah’ın Habibi!)

Resulullah, çok fazla sevindi bu habere.
Ve çok dua eyledi hazret-i Ebu Bekre.
 

Demirden gömlek

(Habbab ibni Eret) de, ilk iman edenlerden.
Çok eziyet görürdü, o dahi kâfirlerden.

Ümmü Enmar adında birinin kölesiydi.
Bu kadın müşrik olup, onun efendisiydi.

Kimsesiz olduğundan hem de Habbab bin Eret,
Müşrikler, kendisine yapardı çok eziyet.

Soyup elbisesinden kâfirler bazan onu,
Dikenle tararlardı mübarek vücudunu.

Demirden bir de gömlek giydirip ona bazan,
Sonra bekletirlerdi güneşte uzun zaman.

Bazan yassı taşları, güneşte kızdırarak,
Ve çıplak vücuduna kuvvetle bastırarak,

Derlerdi ki: (Dininden dön acele ey Habbab!
Sırf bizim putlarımız, Lat ile Uzza’ya tap!)

O ise, (La ilahe illallah) deyip her an,
Hiç taviz vermez idi dininden, imanından.

Müşrikler, onun için bir gün ateş yaktılar.
Çıplak, sırtı üzeri ateşe yatırdılar.

O derdi ki: (Ya Rabbi, görüyorsun halimi.
Kâfirler tarafına kaydırma sen kalbimi.)

Gündüzleri, bu minval eza gören bu Habbab,
Gece, efendisinden görürdü ayrı azap.

O dahi bir demiri ateşte kızdırarak,
Dağlardı onu her gün, başına bastırarak.

Bir gün hazret-i Habbab, Sevgili Peygambere,
Bu acıklı halini arz eyledi bir kere.

Gösterip başındaki yanık izlerini hep,
Müstecap duasını eyledi Ondan talep.

Resul çok üzülerek çektiği bu azaba,
Dedi ki: (Ya ilahi, yardım eyle Habbab’a.)

Anında kabul oldu Onun bu temennisi,
Bir derde yakalandı onun o efendisi.

Müşrikin habis başı, şiddetle ağrıyordu.
Bunun ızdırabıyla inleyip ağlıyordu.

Çare bulamadılar bu başının derdine.
Nihayet bir tanesi dedi ki kendisine:

(Ateşte kızdırarak bir demir parçasını,
Her gün dağlatacaksın o demirle başını.)

Çaresizlik içinde Habbab’ı çağırarak,
Dedi: (Dağla başımı, bir demir kızdırarak.)

Artık o, bir demiri her gün kızdırıyordu.
O kâfirin başına bastırıp dağlıyordu.

Bir gün de bu sahabi, gitti As bin Vail’e,
Ondan alacağını istedi rica ile.

O ise müşrik olup, şöyle dedi kininden:
(Vermem alacağını dönmez isen dininden.)

Dedi: (Ben hayatta ve öldükten sonra dahi,
Bu din üzerindeyim, vaz geçemem vallahi.)

As bin Vail kâfiri, istihza eyleyerek,
Mübarek sahabiye sinsi sinsi gülerek,

Dedi: (Öldükten sonra, madem dirileceğim,
Sana olan borcumu, orada ödiyeyim.)

Bu sözü üzerine nazil oldu bir âyet.
Azapla müjdelendi, o kâfir en nihayet.
 

Zinnire hatunun ihlası

Müşrikler işkencede, yaşlı genç, kadın erkek,
Gibi ayırımlarda bulunmazlar idi pek.

Kimi bulurlar ise, ilk iman edenlerden,
Ona çok işkenceler yapıyorlardı hemen.

Bir de (Zinnire hatun) var idi ki, kimsesiz.
O da, iman etmekle şereflenmişti henüz.

Müslüman olduğunu haber aldıklarında,
Ona da, işkenceye başladılar anında.

Boğazını sıkarak, derlerdi: (Dön dininden!)
O, bayılıp düşerdi, nefesi bittiğinden.

Bilhassa Ebu Cehil yapıyordu böyle hep.
Hatunun, görmez oldu gözleri bundan sebep.

Ebu Cehil dedi ki ederek hem istihza:
(Gördün mü, gözlerini kör etti Lat ve Uzza.)

Zinnire hatun ise, dedi: (Ya Eba Cehil!
Hayır, asla bu senin dediğin gibi değil.

Lat ve Uzza putları, hiçbir işe yaramaz.
Kendine tapmayanı, tapandan ayıramaz.

Ve lakin benim Rabbim, gözlerimin nurunu,
İadeye kadirdir, yapabilir O bunu.)

Onun bu dileğini, gerçekten cenâb-ı Hak,
Kabul edip, gözleri açıldı tam olarak.

Ve hatta eskisinden görürdü daha iyi.
Bunu, o kâfirlerin gördüler hepsi dahi.

Lakin inatlarından imana gelmediler.
Açık mucizelere, (Bu, sihirdir) dediler.

Onlar, Resulullaha baş gözüyle bakarak,
İman edemediler, çok fena aldanarak.

Hatta aralarında toplanıp ara ara,
Derlerdi: (Şaşılmaz mı Ona inananlara?

Muhammed’in bu dini doğru olsaydı şayet,
Onlardan daha önce, biz inanırdık elbet.

Bakın Ona uyanlar, fakir kölelerdir hep.
Onlar, bizden önce mi doğruyu buldu acep?)

Sahabe-i kiramın çektiği ızdıraba,
Pek çok üzülüyordu o Resul-i mücteba.

İslam’ın yayılması, öğrenilmesi için,
Emniyetli bir yere ihtiyaç vardı ilkin.

Erkam hazretlerinin var idi ki bir evi,
Onu seçti bu işe Allah’ın Peygamberi.

Bu, Safa tepesinin, tam doğu cihetinde,
Yüksekçe bir yerdeydi, dar bir sokak içinde.

Kâbe görülüyordu rahatlıkla oradan.
Ve çok elverişliydi emniyet bakımından.

Kontrolü yönünden de, zira gelen gidenin,
Yeri, gayet uygun ve müsaitti bu evin.

Resulullah bu evde, gündüz oturuyordu.
Eshabına İslam’ı her gün anlatıyordu.

Müslüman olacaklar, gelirlerdi bu eve.
Ve şereflenirlerdi imana gelmek ile.

Allah’ın Habibinin, kalblere deva olan,
Mübarek sohbetini, o mübarek ağzından,

Nefes almaz şekilde, edeple dinlerlerdi.
Hatta yutarcasına, bir bir ezberlerlerdi.



İlk şehid

Sahabe’den (Ammar bin Yasir) anlatır hem de:
Bir gün, Dar-ül Erkam’a gitmiştim o günlerde.

O gün Resulullahı bir göreyim diyordum.
Huzurunda Müslüman olmayı istiyordum.

Gittiğimde, Süheyb’e rastladım oralarda.
Beni görüp sordu ki: (Ne ararsın burada?)

Gayemi söyleyince, o dedi ki: (Ben dahi,
Aynı bu maksat ile gelmiş idim vallahi.)

İkimiz beraberce, girdik huzurlarına.
İman edip katıldık, müminlerin safına.

Müşrikler haber aldı Ammar iman edince,
Çok ağır işkenceler yaptılar ona nice.

Derlerdi ki: (Allah’ı inkâr et, dön dininden!
Yalnız Lat ve Uzza’ya tap, kurtul elimizden.)

O da, her defasında onları ederdi red.
Derdi ki: (Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed.)

Müşrikler, bu cevaba sinirlenerek yine,
Sıcak kaya koyardı göğsünün üzerine.

Bazan kuyu içine, insafsızca atarak,
Öldürmek isterlerdi onu suda boğarak.

Bir gün, Resulullahın gelerek huzuruna,
(Takatımız kalmadı) diye arz etti Ona.

Resulullah üzülüp, buyurdu: (Sabrediniz!)
Sonra iki elini açıp Peygamberimiz,

Buyurdu ki: (Ya Rabbi, Ammar ailesinden,
Cehennem azabını tattırma birine sen.)

Validesi (Sümeyye), sonra babası (Yaser),
Ve kardeşi (Abdullah), hepsi iman ettiler.

Müşrikler, nasıl cefa yaparlarsa Ammar’a,
Daha ziyadesini yaparlardı bunlara.

Bunlara da (İslam’ı inkâr edin!) derlerdi.
Onlar, her defasında bunu reddederlerdi.

Derlerdi: (Derimizi yüzseniz de bizim siz,
Yine de bu hususta dinlemeyiz sizi biz.

Ve hatta dilim dilim bizi doğrasanız da,
Yine göremezsiniz bizi siz aranızda.)

O insafsız kâfirler, Yaser ailesine,
Çok feci işkenceler yaparken böylesine,

Allah’ın Sevgilisi oradan geçiyordu.
Hallerine acıyıp, hemen şöyle buyurdu:

(Ey Yaser ailesi, sabredip sevininiz.
Şüphe yok ki Cennettir mükafat yerleriniz.)

Yine bir gün kâfirler, Yaser ailesine,
Dayanılmaz cefalar edip o gün hepsine,

Hazret-i Yaser ile oğlu Abdullah’ı hem,
Okla şehid ederek verdiler büyük elem.

Ebu Cehil alçağı, Sümeyye hatunun da,
İple ayaklarını bağlayıp en sonunda,

İplerin uçlarını, iki ayrı deveye,
Bağlatıp sürdü sonra, ters istikametlere.

Bu korkunç işkenceyle, vücudu parçalanan,
Sümeyye hazretleri, ilk şehid oldu o an.

Bunu, Resulullah ve Eshabı öğrenince,
Daha sıklaştırdılar saflarını iyice.
 


Ebu Zer-i Gıfari

Artık İslam’ın nuru, Mekke’nin haricinde,
Yayılmaya başladı kabileler içinde.

Ulaştı Beni Gıfar kabilesine dahi,
Duydu bunu o yerde (Ebu Zer-i Gıfari)

Biraderi Üneys’e dedi ki o gün hemen:
(Git, o Resul hakkında bilgi getir Mekke’den.)

Üneys gelip görünce Allah’ın Resulünü,
Hayran ve aşık olup, geri döndü o günü.

Ebu Zer, neticeyi sorunca kardeşine,
Dedi: (Öyle bir zatın rastlamadım eşine.

Emrediyor herkese, hep hayır ve iyilik.
Böyle yüce bir zatı gördüm ben ömrümde ilk.)

Ebu Zer-i Gıfari, bu haber üzerine,
Biraz azık alarak, geldi Mekke şehrine.

Tek maksadı, görmekti Allah’ın Habibini.
Korkudan, hiç kimseye anlatmadı halini.

Zira Müslümanlara, kâfirler o zamanlar,
Yaparlardı çok feci, dayanılmaz cefalar.

Resulü görmek için, bekledi uzun müddet.
Lakin nasib olmadı, akşam oldu nihayet.

Hazret-i Ali görüp, davet etti evine.
Yatıp, sabah olunca, Kâbe’ye geldi yine.

Artık üçüncü gece, sordu ki Ebu Zer’e:
(Nereden, ne maksatla teşrif ettin bu yere?)

Dedi ki: (Söyleyeyim, hiç kimseye demezsen.)
Dedi: (Korkma, halini kimseye söylemem ben.)

Dedi: (Duydum, bu yerde var imiş bir Peygamber.
Geldim ki, kendisinden edineyim bir haber.)

Hazret-i Ali ona, dedi: (Bu, büyük nimet.
Ben Ona gidiyorum, sen de beni takib et.

Benim girdiğim eve, peşimden sen de gel gir.
Ve lakin sokaklarda, müşrikler görebilir.

Böyle bir tehlikeyi sezer isem ben şayet,
Yere eğilir gibi yaparım bir işaret.

O zaman beni geçip, yürü eve girmeden.
Böylece kurtulursun, öyle bir tehlikeden.)

O da onu takiben, yürüyüp girdi eve.
Ve kavuştu böylece Sevgili Peygambere.

(Esselamü aleyküm!) diyerek verdi selam.
Aldı bu selamını Resul aleyhisselam.

Sonra, (Sen kimsin?) diye, sual ettiler hemen.
Dedi: (Ben bir kimseyim, Gıfar kabilesinden.)

(Ne zamandır burdasın?) diye sual edince,
Dedi: (Buralardayım, üç gündüz ve üç gece.)

Allah’ın Sevgilisi, sonra da şöyle sordu:
(Peki, seni üç gündür kim yedirip doyurdu?)

Dedi: (Yemek yemedim, zemzem içtim sadece.
Bir açlık ve susuzluk hissetmedim zerrece.)

Peygamber efendimiz, buyurdular ki: (Zemzem,
Mübarek bir sudur ki, doyurur açları hem.)

Anlattı Ebu Zer’e sonra İslamiyet’i.
İman etti o hemen, okuyup şehadeti.



Puta tapılır mı?

Ebu Zer-i Gıfari, vakta ki etti iman,
İstedi ki, kavuşsun bu devlete her insan.

O, Müslüman olmanın sevinciyle bu kere,
Söyledi imanını Kâbe’de aşikâre.

Müşrikler bunu duyup, üstüne saldırdılar.
Bayılıncaya kadar, taş ve sopa vurdular.

Sonra hazret-i Abbas, görüp bu olanları,
Ebu Zer'i kurtarıp, ikaz etti onları.

Dedi: (Öyle bir yerde oturur ki bu adam,
Ticaret kervanınız önünden geçiyor tam.

Buna böyle eziyet, işkence ederseniz,
Bir daha siz oradan nasıl geçeceksiniz?)

Müşriklerin elinden kurtulunca Ebu Zer,
Resulün huzuruna koşup gitti bu sefer.

Resulullah buyurdu: (Dön, git memleketine.
O yörenin halkını, çağır İslam dinine.)

Bu emir üzerine, yurduna etti avdet.
İnsanları toplayıp, İslam’a etti davet.

Dedi ki: (Hakiki din, İslamiyet’tir ancak.
Ve bir tek ilah vardır ibadet yapılacak.

O hakiki ilah da, Allah’dır ki, O birdir.
Ve hazret-i Muhammed, Onun Peygamberidir.)

Bir çoğu, bu sözlere edince hep itiraz,
Kabile reisleri, dedi ki: (Susun biraz!)

İsmi Haffaf idi ki, gür sesle bağırarak,
Dedi: (Dinleyelim ki, daha ne anlatacak?)

Ebu Zer-i Gıfari, şöyle dedi o zaman:
(Kardeşlerim, vakta ki ben Müslüman olmadan,

Bir gün, nuhem putunun yanına gitmiş idim.
Önüne süt koyarak, geriye çekilmiştim.

Biraz sonra, bir köpek geldi onun önüne.
Sütü içip, o putun pisledi üzerine.

Baktım, mani olmaya yoktu putun mecali.
O gün gözlerim ile, gördüm ben işbu hali.

Pis bir köpeğin bile, böyle büyük hakaret,
Eylediği bir puta, edilir mi ibadet?

İşte o taptığınız putun hali böyledir.
Bu, apaçık delilik değildir de, ya nedir?)

Herkes başını eğmiş, öylece dinliyordu.
İçlerinden birisi, kalktı ve şöyle sordu:

(Senin bu bahsettiğin Peygamber neler diyor?
Onun getirdiği din, neleri emrediyor?)

Dedi: (O buyurur ki, hakiki ilah birdir.
O, her şeyin sahibi ve mutlak malikidir.

İyi, güzel ahlaka çağırıyor herkesi.
İnsanları huzura erdirmektir gayesi.

Diyor ki: Hiç kimseye yapmayın bir haksızlık.
Zira fena şeylerdir, her türlü ahlaksızlık.

İçki, kumar, zinaya yaklaşmayın ki zinhar,
Çünkü insanlar için, çok zararlıdır bunlar.)

Bunları söyleyince, insaf etti çoğu halk.
Reisleri Haffaf ve Üneys başta olarak,

Onun bu sözlerini tasdik edip o zaman,
Çoğu, can-ü gönülden oldular hep Müslüman.
 


Tufeyl bin Amr’ın imanı

Peygamber efendimiz, demeyip gündüz gece,
Halkı, İslamiyet’e çağırırdı öylece.

Mekkeli müşrikler de, uğraşırlar idi ki,
Boşa gitsin Onun bu çalışma ve gayreti.

Birini görselerdi Onunla konuşurken,
Buna, mani olmaya çalışırlardı hemen.

Dışarıdan Mekke’ye gelenleri görünce,
Gidip, kötülerlerdi Resulü ona önce.

Zira Resulullahı kim görse idi bir an,
Sözlerini dinleyip, olurdu Ona hayran.

(Tufeyl bin Amr-i Devsi) adında bir kimse de,
Bir iş için, Mekke’ye gelmişti o günlerde.

Hemen onun yanına giderek o müşrikler,
Ona, Resul hakkında çok şeyler söylediler.

Dediler ki: (Geldin sen bizim bu ülkemize.
Lakin bir tehlikeyi haber verelim size.

Burada, Muhammed bin Abdullah diye biri,
Vardır ki, çoktur Onun şaşılacak halleri.

Söylediği sözlerde, sihir tesiri vardır.
Öyle ki, oğulları babasından ayırır.

Onun bu sözlerini, bir defa olsun, duyan,
Çok beğenip, hemence ediyor Ona iman.

Onun fikirleriyle, bu memlekette artık,
Aileler içinde başladı bir ayrılık.

Evladı babasından, kardeşi kardeşinden,
Ayırıyor kadını kocasından, eşinden.

Korkarım ki, bu bizim başımızdaki bela,
Sizin kavminize de olabilir mübtela.

Sana nasihatimiz şudur ki: Aman sakın,
Dediğimiz kişiye, olmayasın hiç yakın.

Okuduğu şeyleri, Kâbe yanında eğer,
Duyacak olsan bile, verme kıymet ve değer.

Hatta kurtulmak için böyle büyük beladan,
Daha fazla kalmayıp, çekip git buralardan!)

Kendisi anlatır ki: (Bu hususta, o kadar,
Fazla söylediler ki, korktum ve verdim karar.

Dedim ki: Öyle ise, Onu hiç görmeyeyim.
Ve Onun sözlerini, asla dinlemeyeyim.

Hatta pamuk tıkadım kulağıma hemence.
Ki, Onun sözlerini duymayayım böylece.

Bir gün Kâbe’de iken, baktım O da orada.
Okuduğu şeyleri, işittim o arada.

Lakin okudukları, hoşuma gitti benim.
Hemen kendi kendime düşünüp şöyle dedim:

(Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemeyecek,
Kimse miyim ki, Ondan, bana zarar gelecek.

Sözleri faydalıysa, dinler, kabul ederim.
Çirkin ve zararlıysa, dinlemez, terk ederim.)

Bir tarafta gizlenip, başladım dinlemeye.
Ab-ı hayat sunardı sözleri gönüllere.

Hiçbir çirkin tarafı yoktu o kelamların,
Haksız olduklarını anladım ben onların.

Dedim ki: Akşamleyin, O eve gittiğinde,
Gidip bir konuşayım kendisiyle evinde.
 

Tatlı dil, güler yüz

Tufeyl bin Amr-i Devsi, anlatır ki kendisi:
Kâbe’den eve gitti, Allah’ın Sevgilisi.

Ben de gittim peşinden, Onu edip çok merak.
Ve girdim içeriye, önce izin alarak.

Dedim ki: (Ya Muhammed, ben buraya gelince,
Kavmin, senin hakkında söylendiler bir nice.

Öyle korkuttular ki beni senin hakkında,
Dediler ki: Bulunma hiç Onun yakınında.

Okuduğu şeyleri, dinleme hiçbir vakit.
Ve hatta buralarda fazla durma, çekip git.

Onların sözlerinin, çok tesirinde kaldım.
Hatta kulaklarıma, her gün pamuk tıkadım.

Okuduğun şeylerin, bir miktarını ancak,
Bana da işittirdi Kâbe’de cenâb-ı Hak.

Bir söz işitmemiştim, ben ondan daha güzel.
Tesir etti kalbime, ne tatlı, ne mükemmel.)

Anlattı Resulullah bana İslamiyet’i.
İman edip, kazandım ebedi saadeti.

Dedim: (Ya Resulallah, Devs’tir benim kabilem.
Kavmimde itibarım yüksektir bir hayli hem.

Müsaade ederseniz, geri avdet edeyim.
Kavmimin halkına da, İslam’ı bildireyim.

Ve lakin Rabbim bana, bu yolda bir keramet,
İhsanda bulunursa, kolay olur bu davet.)

Peygamber efendimiz, açarak ellerini,
Şöyle bir dua edip, gönderdi hemen beni:

(Ya ilahi, buna bir keramet eyle ihsan.
Ki, kavmini daveti, olsun kolay ve asan.)

Daha sonra ayrılıp, beldeme vardığımda,
Aniden parlak bir nur peyda oldu alnımda.

Niyazda bulundum ki Rabbimden ben bu kere:
İşbu nuru, alnımdan, nakletsin başka yere.

Kabul etti duamı Âlemlerin Sahibi.
Nur, kamçımın ucunda parladı kandil gibi.

Gece, yaklaştığımda kabilemin yurduna,
Halk hayretle bakardı, o keramet nuruna.

En nihayet evime vasıl olduğumda ben,
Babam gelip, boynuma sarıldı önce hemen.

Yaşı ilerlemişti, dedim ki kendisine:
(Ben artık Müslümanım, girdim İslam dinine.

Evvelki dinin üzre kalır isen ey babam,
Biter benim seninle olan ilgim, alakam.)

Dedi ki: (Ey evladım, niçin böyle diyorsun?
Senin dinin ne ise, benim dahi o olsun.)

Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
O gün Müslüman oldu, hiç tereddüt etmeden.

Daha sonra hanımım, gelip girdi yanıma.
Yine aynı şeyleri söyledim hanımıma.

O da iman edince, sevinip en nihayet,
Bilcümle Devs’lileri, imana ettim davet.

Lakin inanmayınca onlar bu tek Allah’a,
Şikayette bulundum gidip Resulullaha.

Buyurdu: (Dön kavmine, güler yüz ve tatlı dil,
Gösterip davet eyle, yumuşak ol, sert değil.)

(Peki ya Resulallah) diyerek ettim avdet.
Halkı, güler yüz ile eyledim dine davet.



Ona sihirbaz dediler

Çeşitli şehirlerden, halk yılda birkaç defa,
Mekke’ye gelirlerdi, Beytullahı tavafa.

Peygamber efendimiz, o gelen kimseleri,
Karşılayıp, İslam’ı anlatırdı ekseri.

Azılı müşriklerden Velid ibni Mugire,
Kureyş kâfirlerini toplayarak bir yere,

Şöyle hitab etti ki: (Ey Kureyş cemaati!
Yine geldi Kâbe’yi ziyaret etme vakti.

Arap kabileleri, her taraftan, yakında,
Gelir ve toplanırlar Muhammed’in yanında.

O tatlı sözlerini dinleyip meylederler.
Hayran ve tâbi olur ve dinine girerler.

Bu hususta, acele, tedbir düşünmeliyiz.
Münasip bir şey bulup, iftira etmeliyiz.

Bir ağız olmalıyız fakat biz yine bunda.
Yalancı olduğumuz çıkabilir sonunda.)

Dediler ki: (Sen bizden daha tecrübelisin.
De, onu söyleyelim, ne ise fikrin senin.)

Dedi: (Siz teklif edin, vereyim ben de karar.)
Dediler: (Kâhin desek, inanır mı insanlar?)

Velid itiraz edip, dedi ki: (Hayır, olmaz.
Ona kâhin der isek, buna kimse inanmaz.

Ben yemin ederim ki, kâhin değil O zinhar.
Zira yalan söylüyor kâhin denen insanlar.

Onların uydurduğu o sözlerin yanında,
Muhammed'in sözleri, belli olur anında.

Hem de hiç yalan bir söz söylemiyor Muhammed.
Böyle dersek, hiç kimse inanmaz bize elbet.)

Dediler ki: (Ey Velid, ne diyelim öyleyse?
Acaba mecnun desek, inanır mı halk bize?)

Velid, bu teklife de, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Böyle dersek, bize kimse inanmaz.

Yemin ediyorum ki, O, hiç mecnun değildir.
Okuduğu o sözler, buna açık delildir.)

Dediler: (Şair desek, inanır mı insanlar?)
Dedi: (Hayır, buna da inanmaz kimse zinhar.

Zira ben, şiiri de biliyorum gayetle.
Onun sözü, şiire benzemez katiyetle.)

Müşrikler dediler ki Velid’e son olarak:
(Peki sihirbaz desek, inanır mı buna halk?)

Velid, bu fikre dahi, hemen etti itiraz.
Dedi ki: (Olmaz, hayır, demeyelim sihirbaz.

Onun hali, benzemez sahirlerin sihrine.
Böyle dersek, insanlar inanmaz bize yine.)

Dediler ki: (Sen söyle, çaresini bu işin.
Zira sen, içimizde en akıllı kişisin.)

Dedi ki: (Ey insanlar, ben de şaştım bu işe.
Lakin dur demeliyiz bu zararlı gidişe.)

Başını öne eğip, düşündü biraz bunu.
Dedi: (Yine diyelim sihirbaz olduğunu.

Bu, öyle sahirdir ki diyelim biz onlara,
Benzemez bildiğiniz normal sihirbazlara.

Babil diyarlarında bulunur bu sahirler.
Onlardan öğrenerek, söylüyor bazı sözler.)
 


Azap âyeti indi

Mekke müşriklerinin ileri gelenleri,
İslam’a düşmanlıktan durmazlardı hiç geri.

İman etmek isteyen kimselere de nahak,
Mani oluyorlardı, türlü hiyle yaparak.

Resulün okuduğu Kur’an âyetlerini,
Dinlemek, tehlikeye atmak idi kendini.

Mani oluyorlardı müşrikler çünkü buna.
Yaklaştırmıyorlardı kimseyi yakınına.

Lakin gece olunca, bu sefer kendileri,
Gidip dinliyorlardı gizlice âyetleri.

Fakat aydınlanınca sabahleyin ortalık,
Görüp, birbirlerini ayıplarlardı artık.

Habersiz gelirlerdi çünkü birbirlerinden.
Zira utanırlardı bu hareketlerinden.

(Bir daha böyle bir şey yapmayalım) derlerdi.
Ve lakin dinlemeden yine edemezlerdi.

Yine birbirlerine hiç haber vermeyerek,
Gelir ve dinlerlerdi, bir yerde gizlenerek.

Lakin sabah olunca, görüp birbirlerini,
Yine ayıplarlardı herbiri diğerini.

(Bu, son olsun!) diyerek, ayrılırlardı hemen.
Lakin yapamazlardı yine de dinlemeden.

Böyle olduğu halde, uyup nefslerine,
İman edemediler Allah’ın Resulüne.

Korkup, başkalarının ayıplamalarından,
İmana gelmediler kötü inatlarından.

(Muhammed sihirbazdır) diyerek onlar hatta,
Zorla mani oldular, başka insanlara da.

Velid ibni Mugire diye bir kâfir vardı.
İftira edenlere, bu, önderlik yapardı.

(O sihirbazdır) diye iftira attığında,
Âyet-i kerimeler geldi onun hakkında.

Müddessir suresinde, onbirinci âyetten,
İtibaren şöylece buyuruldu mealen:

(Bana havale eyle Velid’i ey Habibim!
Zira ondan intikam almaya ben kadirim.

O münkiri yaratıp, dünyalık verdim ona.
Malsız iken, kavuştu pek çok dünya malına.

Ona, nice bağ bostan, mallar ihsan eyledim.
Hem sonra kendisine, oğullar dahi verdim.

O, bunları bahşeden Allah’a inanmıyor.
Hem de nimetlerinin artmasını istiyor.

Hayır, onun arzusu asla olmayacaktır.
Onun malı, evladı arttırılmayacaktır.

Çünkü o, Resulümün Peygamber olduğunu,
Kalben anladıysa da, inkâra kalktı bunu.

Kur’an-ı kerime de, sonra dil uzatarak,
Dedi: İnsan sözüdür o sözleri muhakkak.

Halbuki konuşurken kavmiyle önce bunu,
Biliyordu harika bir kelam olduğunu.

O, inkârcı kavmini, tatmin etmek üzere,
Önceki bu sözünü değiştirdi bu kere.

Ben onu, Cehenneme atacağım ebedi.
Yanar da, bedeninde bir zerre kalmaz eti.)
 


Hiçbiri gözümde yok

Resulullah, İslam’ı bildirdiği günlerde,
Bir toplantı yaptılar Kureyşliler bir yerde.

İçlerinden birini, Resule gönderdiler.
(Çağır da, Onun ile konuşalım) dediler.

Toplantı mahalline geldi Peygamberimiz.
Dediler: (Şunun için çağırmıştık seni biz.

Birkaç sözümüz vardır, söyleşelim seninle.
Ona göre bir karar verelim, şimdi dinle.

Diyoruz ki: Şu senin söylediğin sözleri,
Söylemedi hiç kimse, bize yıllardan beri.

Dinimize bâtıl der, putları kötülersin.
Küfür ve dalaletle bizi itham edersin.

Bundan, senin muradın nedir, bunu bilelim.
makam ve saltanatsa, hemen temin edelim. 

Yok eğer fakirlikse, sebep böyle yapmana,
Söyle de, bol miktarda mal verelim biz sana.

İster reis yapalım başımıza seni gel.
Tabibe götürelim, aklında varsa halel.

Velhasıl muradını, ne ise söyle bize.
Onu temin edelim, sataşma dinimize.)

Buyurdu ki: (İstemem ne makam, ne reislik.
Hiç biri gözümde yok, ne para, ne zenginlik.

Rabbim beni sizlere, Peygamber gönderdi ki,
Size müjdeleyeyim ebedi saadeti.

Eğer inanırsanız, vahiy ile âyete,
Yarın kavuşursunuz ebedi saadete.

Yok inanmaz iseniz, yine siz bilirsiniz.
Sonsuz Cehennem olur, ahirette yeriniz.)

Duyunca bu cevabı onlar Resulullahtan,
Şu acayip sözleri ettiler utanmadan. 

Dediler ki: (Allah’ın Resulüyüm diyorsun.
Kendini, çok ulu bir kişi zannediyorsun.

Görürsün, Mekke şehri kurulmuş dar bir yere.
Etrafı dağla kaplı, suyu yoktur bir kere.

Havası sıcak olup, çoraktır toprakları.
Bunun için bu yerde, zordur geçim şartları.

Rabbine dua et de, gitsin tepe ve dağlar.
Gelsin onun yerine, akarsular, ovalar.

Biz ziraat yapalım bu yerlerde güzelce.
Geçim sıkıntısından kurtulalım böylece.)

Buyurdu ki: (Ben asla bunun için gelmedim.
Geldim, sonsuz huzuru size müjdeleyeyim.)

Dediler: (Öyle ise, dua et, ecdadımız,
Kusay bin Kilab’a dek, cümle atalarımız, 

Dirilip de kalksınlar, hepsi mezarlarından.
Senin dediklerine, inanırız o zaman.)

Buyurdu ki: (Ey Kureyş, siz neler söylersiniz.
Beni, bu şeyler için göndermedi Rabbimiz.)

Kâfirler dediler ki: (Madem ki böyle dersin,
Gökten melek gelsin de, seni tasdik eylesin.

Görelim, nasıl imiş sana gelen o melek?
O zaman inanırız, biz de onu görerek.)

Buyurdu ki: (Ey kavmim, iyi anlasanıza.
Ben, böyle şeyler için gelmedim aranıza.)
 


O, her şeye kadirdir

Kâfirler dediler ki: (Sen nasıl Peygambersin?
Herkes gibi yer içer, sokaklarda gezersin.

Yok sair insanlardan ayrı bir üstünlüğün.
Bizden fazla değildir, zira malın ve mülkün.

Dua et, Rabbin sana versin çok hazineler.
O zaman çok bulunur, sana iman edenler.

Verince Rabbin sana böyle hazineleri,
Geçim sıkıntısından kurtulursun sen dahi.)

Buyurdu: (Bu değil ki, gönderilmem hikmeti.
Geldim ki bildireyim, size İslamiyet’i.)

Müşrikler dediler ki: (Madem ki ya Muhammed!
Rabbin, her isteğini yapabiliyor elbet.

Şu göğü parçalayıp, düşürsün üstümüze.
O zaman inanırız, söylediğin bu söze.)

Buyurdu ki: (Rabbime aittir bu iş ancak.
O isterse, bunu da yapabilir muhakkak.

Benden istediğiniz şeylerin cümlesine,
Kadirdir Hak teâlâ, hatta ziyadesine.

Ve lakin sizin benden talep eylediğiniz,
Şeyleri istememi emretmedi Rabbimiz.)

O zaman dediler ki kâfirler Ona yine:
(Sen bizim arzumuzu getirmedin yerine.

Öyle ise biz dahi, sana iman etmeyiz.
Yine eskisi gibi, biz ecdat dinindeyiz.

Gökten azap göndersin, söyle de Rabbin bize.
Bizi helak eylesin, eğer muktedir ise.)

Buyurdu: (Rabbim buna, elbette muktedirdir.
Lakin bunu yapar mı, yapmaz mı, kendi bilir.)

Dediler: (Öyle ise, kalmadı takatımız.
Senin helakinedir, bizim ittifakımız.

Seninle mücadele etmeye verdik karar.
Sana inanmıyoruz, istediğin yere var.)

Pek fazla üzülmüştü Resulullah bu sözden.
Hiçbir şey buyurmayıp, kalkıp gitti o yerden.

Üzüntülü olarak gelince Beytullaha,
Kışkırttı Ebu Cehil, küffârı biraz daha.

Dedi: (Ey Kureyşliler, sonu geldi bu işin.
Var mısınız benimle, Onu öldürmek için?

Bilin ki, bu hususta pek katidir niyetim.
Zira artık kalmadı hiç sabır ve takatim.

Ahd ettim ki, O yarın, Kâbe’ye geldiğinde,
Namaz kılıp, secdeye varıp eğildiğinde,

Koca bir taşı alıp, başına indireyim.
Kendimi ve kavmimi, Ondan halas edeyim.)

O böyle dediyse de, olamadı muvaffak.
Çünkü hıfz ediyordu Resulü cenâb-ı Hak.

Hak teâlâ, Resule gönderip birkaç âyet,
Teselli ediverdi Habibini nihayet.

Mealen buyurdu ki: (Sana, kağıt halinde,
Yazılı bir Kitabı, gökten indirseydik de,

Hem dahi tutsalardı elleriyle de bizzat,
İnanmayacaklardı ederek yine inat.)


Onu Allah diriltecek

Müşrikler, haklarında gökten âyet inince,
O düşmanlıklarını arttırdılar iyice.

Bilhassa Übey ibni Halef ve biraderi,
Pek çok üzüyorlardı Sevgili Peygamberi.

Çürümüş bir kemiği, bir gün alıp eline,
Geldi o bahtsız Übey, Allah’ın Habibine.

Dedi ki: (Ya Muhammed, şu çürümüş kemiği,
Bir gün, senin Allah’ın diriltecek öyle mi?

Yani toz halindeki şu kemiği, sen yarın,
Dirilteceğini mi sanıyorsun Allah’ın?)

Sonra da ufaladı elinde hemen onu.
Ve yine Ona doğru üfleyerek tozunu,

Dedi ki: (Ya Muhammed, hiç olur mu böyle iş?
Bu, çürüdükten sonra, kim diriltebilirmiş?)

Peygamber efendimiz buyurdular ki: (Evet.
Rabbim, o kemikleri diriltir yarın elbet.

Öldürür hem seni de, onu da cenâb-ı Hak.
Sonra seni diriltip, Cehenneme sokacak.)

Bu hadise üstüne, Hak teâlâ da hemen,
Bir âyet göndererek buyurdu ki mealen:

(De ki: O kâfirleri, hiç yok iken yaratan,
Ahiret gününde de diriltir yine yoktan.

Şu gökleri ve yeri yaratan Hak teâlâ,
Onu yaratmaya da muktedirdir pekala.)
 


Mus’ab bin Ümeyr

Ailesi, asil ve zenginiydi Kureyş’in.
Naz ve niyaz içinde büyüdü bunun için.

Resulün sözlerini işitince nihayet,
Kalbinde, Ona karşı hasıl oldu muhabbet.

Ona kavuşmak için yanıp tutuşuyordu.
Nihayet iman edip, hidayete kavuştu.

Dininden dönsün diye, bir mahzene attılar.
Kendisini, günlerce aç susuz bıraktılar.

Kızgın güneş altında, yaptılar çokça azap.
Ki, Resulün dininden vazgeçer belki Mus’ab.

Lakin o, sabrederek bu zor işkencelere,
Asla taviz vermedi imanından bir zerre.

Halbuki önceleri, çok müreffeh olarak,
Büyürdü ki, haline imrenirdi cümle halk.

Allah ve Resulüne vakta ki etti iman,
Günlük nafakasını babası kesti o an.

Türlü işkencelere tâbi tuttu oğlunu.
Dünya nimetlerinden tam mahrum etti onu.

Bir gün geldi Resule, çok perişandı hali.
Şöyle anlatmaktadır bunu hazret-i Ali:

Bir gün oturuyorduk Resul-i zişân ile.
Geldi Mus’ab bin Umeyr, hal-i perişan ile.

Gözleri yaşla doldu Resul-i müctebanın.
Ve bize buyurdu ki: (Şu Müslümana bakın!

Onu, anne babası besledi fevkalade.
İslam’ın sevgisiyle işte geldi bu hâle.)
 


Ben şehadet ederim ki...

Henüz başlamıştı ki İslam ilk yayılmaya,
Bir gün Halid bin Sa’id gördü şöyle bir rüya:

Cehennem kenarında otururken bu kişi,
Babası onu itip, düşürmek istemişti.

O anda Resulullah, yakalayıp belinden,
Kurtardı kendisini, Cehennem ateşinden.

Uyandı uykusundan ederek hem de feryat.
Ve dedi ki: (Vallahi, bu rüya bir hakikat!)

Evden çıkıp, rastladı hazret-i Ebu Bekre.
Rüyanın tabirini ona sordu ilk kere.

O dedi ki: (Bu rüyan, elbette hakikattır.
Allahü teâlânın Peygamberi o zattır.

Sen git Ona tâbi ol, bu rüyadaki gibi.
O seni, Cehennemden kurtaracak tabii.

Baban ise, maalesef mahrum olup imandan,
Kurtulamayacaktır Cehennem azabından.)

Rüyanın tesiriyle, hemen Halid bin Sa'id,
Gitti Resulullaha kaybetmeden hiç vakit.

Sordu ki: (Ya Muhammed, maksadın nedir senin?
Sen, bu Kureyş halkını neye davet edersin?)

Buyurdu: (Tek Allah’a çağırırım ben halkı.
Ki, asla o Allah’ın yoktur eşi, ortağı.

Muhammed, o Allah’ın kulu ve Resulü’dür.
Bu taptığınız putlar, ne işitir ne görür.

Kendisine tapanla, tapmayanı bilemez.
Hiç kimseye ne fayda, ne de zarar veremez.

Bu taş parçalarına edilmez hiç ibadet.
İşte ben, insanları ederim buna davet.)

Bunları dinleyince Halid Resulullahtan,
Şehadeti söyleyip, oldu hemen Müslüman.

Lakin onun babası olan Ebu Uhayha,
Kâfir olup, düşmandı Peygamber ve Allah’a.

Feci halde döverek Halid hazretlerini,
Dedi ki: (Terk et hemen, Muhammed’in dinini.

Zira O, kavmimize eyledi muhalefet.
Bize, hatta putlara ediyor hep hakaret.)

O dedi ki: (Versen de bana cefa ve elem,
Hazret-i Muhammed’in dinini terk edemem.

Yemin ederim ki O, doğru söylemektedir.
Ölürüm de, dinimden dönmem mümkün değildir.)

Babası sinirlenip, daha da oldu gaddar.
Sopayla dövdü onu, kırılıncaya kadar.

Evinin mahzenine, aç susuz terk ederek,
Dedi: (Vermeyeceğim sana ekmek ve yemek.)

O dedi: (Nafakamı kessen de ne fark eder?
Hak teâlâ, rızkımı elbette ihsan eder.)

Hastalandı babası daha sonra aniden.
Lakin İslamiyet’e olan adavetinden,

Dedi: (Bu hastalıktan kurtulursam ben şayet,
Herkes, putlarımıza yapacaktır ibadet.)

Halid bunu duyunca, dua etti Allah’a:
(Ya Rabbi, kurtulmasın babam Ebu Uhayha!)

Duası kabul olup, kalkamadı yataktan.
Ve birkaç gün içinde, öldü o hastalıktan.
 


Öldürmeye gitti, ama...

Çoğalınca gün be gün, Sahabenin sayısı,
Çoğaldı bu sebepten kâfirlerin kaygısı.

Çünkü Resulullahı, insaf ehli bir insan,
Bir defa görmek ile, oluyordu Müslüman.

Kureyş kâfirleri de, farkındaydı bu işin.
Kati karar verdiler Onu öldürmek için.

Seçtiler bu işe de, Utbe bin Rebia’yı.
Gidip öldürecekti Resul-i kibriyayı.

Dediler ki: (Ey Utbe, hazırlan bu iş için.
Onu öldüreceksin, budur senin ilk işin.

Önce sokul yanına, bir şey belli etmeden.
Sonra, bir fırsatını bularak öldür hemen.)

Utbe, (Peki) diyerek, evden çıktı o günü.
Başladı aramaya Allah’ın Resulünü.

Resulullah, Kâbe’de meşgulken ibadetle,
Utbe Onu gördü ve dedi ki pek hiddetle:

(Ya Muhammed, kendini sen ne zannediyorsun?
Ve niçin aramıza tefrika sokuyorsun?

Yeni din ihdas edip, yerersin dinimizi.
Küfürle itham edip, kötülersin hep bizi.

Eğer fakirlik ise, böyle yapmana sebep,
Sana çok mal verelim, uğraşma bizimle hep.

Reislik istiyorsan, seni reis yapalım.
Aklında halel varsa, tabibe baktıralım.

Velhasıl bu hallerin acaba sebebi ne?
Söyle de, ona göre bakalım çaresine.)

Buyurdu ki: (Ey Utbe, bittiyse sözün şayet,
Rabbimin kelamından dinle sen birkaç âyet.)

Utbe pek öfkeliydi ve lakin buna rağmen,
Onun bu teklifine, (Peki) dedi zahiren.

Aslında hiç dinlemek istemiyordu, fakat,
Siyaset icabiyle (Olur) dedi o saat.

Fussilet suresinin başından itibaren,
Okuyunca, Utbe’nin değişti kalbi birden.

Okudukça, Utbe de, zevk ile dinliyordu.
Mananın lezzetinden, kendinden geçiyordu.

Sonunda buyurdu ki: (Benim sözüm bu kadar.
Serbestsin, bundan sonra istediğin yere var.)

Utbe döndü geriye, dedi ki: (Ey ahali!
Zannettiğiniz gibi değildir Onun hali.

Ben Ondan, gayet güzel, tatlı sözler işittim.
O sözlere benzer söz, asla işitmemiştim.

Size şunu derim ki, üzmeyin asla Onu.
Bırakın hali üzre ve bekleyin sonunu.)

Dediler ki: (Ey Utbe, sen ne için gitmiştin?
Muhammed’in sihrine aldanıp geri geldin.)

Dedi: (Öldürmek için gitmiş idim ben, ama,
Dinleyip, hayran oldum okuduğu kelama.

Asla insan sözüne benzemiyor o sözler.
Ben inanıyorum ki, Muhammed doğru söyler.

Velhasıl ben fikrimi söyledim işte size.
Siz yine amel edin bildiğiniz ne ise.)
 

 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol