Hem âlim hem velî Mekki Efendi
Abdüllatif ağabeyimizden Mekkî Efendiyi dinliyoruz: Ahmed Mekkî Efendi ilim öğretmek için her sıkıntıya katlanırdı ama ahir zaman gençleri günü birlik yaşar, ders almaktan kaçarlardı. Büyük veli onları hoşça tutar “ister misiniz size Arapça öğreteyim, birlikte fıkh okusak nasıl olur” diye sorar adeta yalvarırdı. Muhatapları yarım ağız “İnşallah hocam” diye mırıldanır, sağa sola dağılırlardı. Mübarek bu inşallahın, “gelirim”den ziyade “nasıl kaçmalı” koktuğunu çok iyi hisseder ama yine de kırılmazdı. Bir şeyler öğretebilmek için her yolu dener, adeta kendini paralardı. Lütfedip ders almaya yanaşan gençlerin zamanları pek kıymetli olduğu için (!) kitapları yüklenip ayaklarına kadar gider ve dersini verip gecenin bir yarısı evine dönerdi. Yağmur, çamur, kar bora fırtına farketmezdi, yeter ki dinleyen biri (anlayan demiyorum) olsun yeterdi. Halbuki akşama kadar çok yoruluyordu ve dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. Çoğu zaman “amaan Fatih şurası, Edirnekapı’ya ne kaldı” der yürümeye çalışırdı. Sonradan farkettim, ayın son günleri maaşı bitiyor, cebinde tramvay parası (sadece 5 kuruştu) bile kalmıyordu.
Hele minik talebelerini çok hoş tutardı. Cebinde kâğıtlı şekeri eksik olmaz, onlara gofret, limanota, gazoz ısmarlardı. Hiç olmadı avucuna iki 25’lik sıkıştırmaya bakardı.
İkramı severdi
Cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâaz verirdi. Klasik hatipler gibi heyecanlı bir ses tonuyla kürsü yumruklamaz, nutuk atmazdı. Alışılageldiği üzere Beydâvî Tefsîri’nden okur, her hafta kaldığı yerden devam ederdi. Meraklısı azdı ama sabredenler çok şey öğrenirlerdi.
Kapısı herkese açıktı, misafirlerine yemek yedirmeye bayılır, tok gelene ciddi ciddi alınırdı. Cılız maaşına rağmen konuklarına ziyafet sofraları donatır, hiç olmadı bal, ceviz, otlu peynir çıkarırdı. Çağırıldığı her yere gider ve büyük bir aşk ile menkıbeler anlatırdı. Evliyanın hallerinden, bahseder, aradan ustalıkla çekilir, sözü “büyüklere” bırakırdı.
Emri altında çalışanlara dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini almaya bakardı. Zaten Müftülük personeli onu baba bilirdi. Bir gün askere giden bir müezzin vedalaşmaya geldi. Herkesin yaptığı gibi Mekkî Efendi de adresini aldı ama o herkesin yapamadığını yaptı, ona düzenli olarak para yolladı.
Garipleri gözetirdi
Maddî durumu iyi olmadığı halde çok sadaka verir ve “Essadakatü tedfe’ül belâ ve tezîdül ömr” (Sadaka, belâları önler ve ömrü uzatır) hadîs-i şerîfini sık okurlardı.
Bana bir imam anlattı: O günlerde hâfızlığa çalışan bir gençtim, memleketten para gelmiyordu, gerçekten muhtaçtım. Bir ara Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı açıldığını işittim, kaydımı yaptırdım. Ancak müftülüğün önüne gelince pişman oldum zira hem mürâcaat edenler kalabalıktı, hem de içlerinde benden yaşlı ve tecrübeli hocaefendiler vardı. Kaldı ki elbiselerimin paçaları ipliklenmiş dizleri dirsekleri erimişti. Tam “bana burada iş miş vermezler” deyip döndüm ki kapı açıldı. Mekki Efendi gülümseyerek bana baktı ve “imtihana girmeden bir yere ayrılmayın” dedi. Doğrusu hep bildiğim yerlerden çıktı ve rahatlıkla cevapladım. Yine de iltimas döneceğini sanıyor ve seçileceğime inanmıyordum. Listede adımı görünce çok şaşırdım.
Mekki Efendi ilim ehline çok hürmet ederdi. Mesela Fatih’te oturan Hüseyin Hilmi Efendinin sokağından geçmemeye çalışır, “sokağa girsek uğramamazlık olmaz, uğrasak meşgul etmekten çekinirim” derdi.
Ona dinî bir suâl sorulduğunda, ya cevap verir, ya da “Kitaplara bakayım. Sen yarın gel” derdi. O deri cildli kalın kitapları bıkıp usanmadan tarar, cevabını bulmaya çalışırdı. Araya kağıt koyar, muhatabına okurdu. Sonra fetva defterini (dar ve uzunca bir defterdi) çıkarır, soranın ismini, adresini, suâli, fetvasını ve cevabın hangi kaynaktan alındığını yazardı. Bu işe itina gösterir ve çok ciddiye alırdı. Mekkî Efendinin vefâtından sonra, o defter bir daha kullanılmadı. Çünkü yeni gelen müftüler kitaba bakma ihtiyacı duymaz, cevaplarına güvenemedikleri için deftere geçip altını imzalayamazlardı.
Deme var mı ben gibi
Kadıköy’de Mekkî Efendiyi sevenlerden bir şekerci amca vardı; şeker gibi adamdı... Çok okur ve okkalı suâller sorardı. Her seferinde de ikna olmuş, huzurlu bir yüz ifadesiyle çıkardı. Şekerci amca yeni müftüye de geldi, yine ince bir meselenin hallini istedi. İçerde ne konuştular bilemiyorum ama çıkarken bana “Anlamadım gitti” dedi, “bir şey sorduk. Caiz mi değil mi? Yarım saat konuştu, konuya gelemedi. Halbuki ben Mekkî Efendiye danıştım mı açar yerini gösterirdi. Bazen, cevap iki kelime olurdu ama tatmin ederdi.” Biliyor musunuz adamcağız bir daha Müftülüğe gelmedi. Zaten Mekkî Efendiden sonra, soru soranlar çok azaldı, zamanla hiç kalmadı.
Mekkî Efendi dünyâ malına ve mevkiine hiç kıymet vermezdi. Kendisine İstanbul Müftülüğü teklif edildi ama kabul etmedi. “Ben hâlimden memnunum. Yüksekten düşmek zordur” derdi.
O tatlı Van şivesiyle “Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi, / Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi” beyitini çok sık okurdu.
|