NAMÂZIN ESRÂRI
Imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” (Mektûbât) kitâbının birinci
cild, üçyüzdördüncü mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâya hamd etdikden ve Peygamberimize “sallallahü
aleyhi ve sellem” salevât getirdikden sonra, ebedî se’âdete
kavusmanıza düâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede,
a’mâl-i sâliha isleyen mü’minlerin, Cennete gireceklerini bildiriyor.
Bu amel-i sâlihler nelerdir, iyi islerin hepsi mi, yoksa bir
kaçı mı? Eger, iyi seylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz.
Birkaçı ise, acaba hangi iyi isler isteniliyor? Nihâyet Allahü teâlâ
lutf ederek söyle bildirdi ki, a’mâl-i sâliha, Islâmın bes rüknü,
diregidir. Islâmın bu bes temelini, bir kimse hakkı ile kusûrsuz
yaparsa, Cehennemden kurtulması kuvvetle umulur. Çünki
bunlar, aslında sâlih isler olup, insanı günâhlardan ve çirkin seyleri
yapmakdan korur. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresi,
kırkbesinci âyetinde meâlen, (Kusûrsuz kılınan bir namâz,
insanı pis, çirkin isleri islemekden korur) buyurulmakdadır. Bir
insana, Islâmın bes sartını yerine getirmek nasîb olursa, ni’metlerin
sükrünü yapmıs olur. Çünki kendisi, Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı
âyetinde meâlen, (Îmân eder ve sükr ederseniz, azâb
yapmam) buyuruyor. O hâlde, Islâmın bes sartını yerine getirmege,
cân-ü gönülden çalısmalıdır.
Bu bes sartdan en mühimi, namâzdır ki, dînin diregidir. Namâzın
edeblerinden bir edebi kaçırmıyarak kılmaga gayret etmelidir.
Namâz temâm kılınabildi ise, Islâmın esâs ve büyük temeli
kurulmus olur. Cehennemden kurtaran saglam ip yakalanmıs
olur. Allahü teâlâ, hepimize, dogru namâz kılmak nasîb etsin!
Namâza dururken, (Allahü Ekber) demek, (Allahü teâlânın,
hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâc olmadıgını, her bakımdan
hiçbir seye ihtiyâcı olmadıgını, insanların namâzlarının,
ona fâidesi olmıyacagını) bildirmekdedir. Namâz içindeki tekbîrler
ise, (Allahü teâlâya karsı yakısır bir ibâdet yapmaga, liyakat
ve gücümüz olmadıgını) gösterir. Rükü’deki tesbîhlerde
de bu ma’nâ bulundugu için, rükü’dan sonra, tekbîr emr olunmadı.
Hâlbuki secde tesbîhlerinden sonra emr olundu. Çünki
secde tevâzu’ ve asagılıgın en ziyâdesi ve zillet ve küçüklügün
son derecesi oldugundan, bunu yapınca, hakkıyla, tam ibâdet
etmis sanılır. Bu düsünceden korunmak için, secdelerde yatıp
kalkarken, tekbîr söylemek sünnet oldugu gibi, secde tesbîhle-
rinde (a’lâ) demek emr olundu. Namâz mü’minin mi’râcı oldugu
için, namâzın sonunda Peygamber Efendimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” mi’râc gecesinde söylemekle sereflendigi kelimeleri,
ya’nî Ettehıyyâtüyü okumak emr olundu. O hâlde namâz
kılan bir kimse, namâzı kendine mi’râc yapmalı. Allahü teâlâya
yakınlıgının nihâyetini namâzda aramalıdır.
Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buyurdu
ki, (Insanın, Rabbine en yakın oldugu zemân namâz kıldıgı
zemândır). Namâz kılan bir kimse, Rabbi ile konusmakda, Ona
yalvarmakda ve Onun büyüklügünü ve Ondan baska herseyin,
hiç oldugunu görmekdedir. Bunun için, namâzda korku, dehset,
ürkmek hâsıl olacagından, tesellî ve râhat bulması için, nâmazın
sonunda, iki def’a selâm vermesi emr buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i serîfde,
(Farz namâzdan sonra 33 tesbîh, 33 tahmîd, 33 tekbîr ve
bir de tehlîl) emr etmisdir. Bunun sebebi, namâzdaki kusûrlar
tesbîh ile örtülür. Lâyık olan, tam ibâdet yapılamadıgı bildirilir.
(Tahmîd) ile, namâz kılmakla sereflenmenin, Onun yardımı ve
erisdirmesi ile oldugu bilinerek, bu büyük ni’mete sükr edilir,
hamd edilir. (Tekbîr) ederek de, Ondan baska ibâdete lâyık
kimse olmadıgı bildirilir.
Namâz, sartlarına ve edeblerine uygun olarak kılınıp ve yapılan
kusûrlar da böylece örtülüp, namâzı nasîb etdigine de
sükr edip, ibâdete baska hiç kimsenin hakkı olmadıgı, kalbinden
temiz ve hâlis olarak, kelime-i tevhîd ile bildirilince, bu namâz
kabûl olunabilir. Bu kimse, namâz kılanlardan ve kurtuluculardan
olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerinin en üstünü hurmeti
için “aleyhi ve alâ âlihimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri namâz
kılan ve kurtulan, mes’ûd kullarından eyle! Âmîn.
Imâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretleri, (Mektûbât)ının,
ikinci cild, onbirinci mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, insanları bası bos bırakmadı. Her istediklerini
yapmaga izn vermedi. Nefslerinin arzûlarına ve tabî’î, hayvânî
zevklerine, taskın ve saskın olarak tâbi’ olmalarını, böylece felâketlere
sürüklenmelerini dilemedi. Râhat ve huzûr içinde yasamaları
ve sonsuz se’âdete kavusmaları için arzûlarını ve zevklerini
kullanma yollarını gösterdi ve dünyâ ve âhıret se’âdetine
sebeb olan fâideli seyleri yapmalarını emr etdi. Zararlı seyleri
yapmalarını yasak etdi. Bu emrlere ve yasaklara (Ahkâm-ı islâmiyye)
denildi. Dünyâda râhat yasamak, se’âdete kavusmak istiyen,
islâmiyyete uymaga mecbûrdur. Nefsinin ve tabî’atinin,
islâmiyyete uymayan arzûlarını terk etmesi lâzımdır. Islâmiyyete
uymazsa, sâhibinin, yaratanının gadabına, azâbına dûçâr
olur. Islâmiyyete uyan kul, müslimân olsa da, kâfir olsa da, dünyâda
mes’ûd, râhat olur. Sâhibi ona yardım eder. Dünyâ zirâ’at
yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safâ süren,
mahsûl almakdan mahrûm kalacagı gibi, dünyâ hayâtını, geçici
zevkleri, nefsin arzûlarını taskın ve saskın olarak yapmakla geçiren
de, ebedî ni’metlerden, sonsuz zevklerden mahrûm olur.
Bu hâl, aklı basında olanın kabûl edecegi birsey degildir. Sonsuz
lezzetleri kaçırmaga sebeb olan, geçici lezzetleri zararlı
seklde yapmagı tercîh etmez. [Allahü teâlâ, dünyâ zevklerinden,
geçici lezzetlerinden, nefse tatlı gelen seylerden hiçbirini,
men’ etmedi, yasak etmedi. Bunları, islâmiyyete uygun, zararsız
olarak kullanmaga izn verdi.] Islâmiyyete tâm uymak için,
evvelâ (Ehl-i sünnet) âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmdan ögrenip ve
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden anlayıp bildirdikleri
(Akâid)e uygun îmân etmek, sonra harâm, yasak edilmis olanları
ögrenip bunlardan sakınmak ve yapması emr olunan farzları
ögrenip yapmak lâzımdır. Bunları yapmaga (Ibâdet) etmek
denir. Harâmlardan sakınmaga (Takvâ) denir.
Niyyet ederek ahkâm-ı islâmiyyeye uymaga (Ibâdet etmek)
denir. Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına (Ahkâm-ı islâmiyye)
ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emr edilenlere (Farz), yasak
edilenlere (Harâm) denir. Ibâdetlerin en kıymetlisi ve islâm
dîninin temeli hergün bes vakt (Nemâz) kılmakdır. [Nemâz kılmak,
ayakda kıbleye karsı Fâtiha okumak ve kıbleye karsı egilmek
ve kıbleye karsı basını yere koymak demekdir. Bunları
kıbleye karsı yapmazsa, nemâz kılmak olmaz.] Nemâz kılan,
müslimândır. Nemâz kılmayan, yâ müslimândır, yâ kâfirdir.
Nemâz kılmakla hâsıl olan kurb-ı ilâhî [ya’nî, Allahü teâlânın
sevmesi], baska ibâdetleri yapmakla nâdir nasîb olur. Hergün,
bes vakt nemâzı, cem’ıyyet ile [ya’nî dünyâ islerini düsünmeden]
ve cemâ’at ile ve ta’dîl-i erkân ile ve abdesti dikkatli alarak
ve müstehab olan vaktlerinde kılmalıdır. Nemâz kılarken,
Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar. Bes vakt nemâz
kılan, hergün bes kerre yıkanıp temizlenen kimse gibi, günâhlardan
temizlenir. Hergün bes vakt nemâzı dogru olarak kılana
yüz sehîd sevâbı verilir.
Ticâret esyâsının ve kırda otlıyan hayvânların [ve tarladan,
agaçlardan elde edilen mahsûlün ve kâgıd liraların ve alacakların]
zekâtlarını emr olunan yerlere seve seve vermelidir. Zekâtı
verilen mâl azalmaz. Zekâtı verilmiyen mâl, Cehennemde
ates olur. Allahü teâlâ, çok merhamet ederek, ihtiyâcdan fazla
olan mâl, nisâb mikdârı olursa, bir sene sonra zekâtını vermegi
emr etdi. Cânı ve mâlı veren Odur. Mâlın hepsini ve cânı vermegi
emr etseydi, Onun âsıkları hemen verirdi.
Ramezân-ı serîf ayında, Allahü teâlâ emr etdigi için, seve seve
oruc tutmalıdır. Bu açlıgı ve susuzlugu se’âdet bilmelidir.
Islâmın binâsı besdir: Birincisi, (Eshedü en-lâ-ilâhe-illallah
ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü) demek ve
bunun ma’nâsını bilmek ve inanmakdır. Buna (Kelime-i sehâdet)
denir. Dördü de, nemâz, zekât, oruc ve hacdır. Bu bes esâsdan
biri bozuk olursa, islâmiyyet de bozuk olur. I’tikâdı düzeltdikden
ve islâmiyyete uydukdan sonra, Sôfiyye-i aliyyenin yolunda
ilerlemek lâzımdır. Allahü teâlânın ma’rifeti, bu yolda
hâsıl olur ve nefsin arzûlarından kurtulmak nasîb olur. Sâhibini
tanımayan kimse, nasıl yasıyabilir, nasıl râhat eder! Bu yolda
ma’rifet sâhibi olmak için, (fenâ bil-ma’rûf) lâzımdır. Ya’nî, Allahü
teâlâdan baska herseyi unutmak lâzımdır. Kendini var bilen
kimse, ma’rifete kavusamaz. (Fenâ) ve (Bekâ) vicdânda,
kalbde hâsıl olan seylerdir. Anlatmakla anlasılmaz. Ma’rifet
ni’metine kavusmıyanın, bunu dâimâ araması lâzımdır. Tahkîri