Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

Mübarek Nuru

 
Her şey Onun şerefine
 Nur kâfirden geçmedi
 Hazret-i Abdülmuttalip
 Zemzem kuyusu
 Kurbanlık oğul
 Hazret-i Abdullah
 Nur Âmine’ye geçti
 Başı niçin ağrımış?
 Merhaba salih kardeş
 Fil vakası
 Kâbe’nin sahibi var
 Hepsi helak oldular
 Müjde haberleri
Zulumat ve ab-ı hayat
 


 
Her şey Onun şerefine

Allahü teâlânın Habibi, Sevgilisi,
Mahlukatın en üstün, en güzel, en iyisi.

Allah Onu methetmiş, en çok Onu sevmiştir.
Bütün ins’e ve cinne peygamber göndermiştir.

Allah, her Peygambere ismiyle etti hitap.
Ona, (Habibim) diye buyurmuştur iltifat.

Bir âyette, mealen buyurdu ki Rabbimiz:
(Seni, rahmet olarak gönderdik âleme biz.)

Ve yine buyurdu ki: (Sen olmasaydın eğer,
Hiçbir şey yaratmazdım, olmazdı yer ve gökler.)


Her Peygamber, kendinin yaşadığı devirde,
Kavminin, her bakımdan üstünüydü o yerde.

Resul-i zişân ise, dünya yaratılandan,
Tâ kıyamete kadar, her devirde, her zaman,

Dünyanın her yerinde gelmiş veya gelecek,
İnsanların hepsinden üstündür, bu bir gerçek.

Kimse üstün olamaz Ondan hiçbir bakımdan.
Onu öyle yaratmış her şeye kadir olan.

Hicretten elliüç yıl önce, Mekke şehrinde,
Rebiül evvel ayı, onikinci gününde,

Pazartesi gecesi ve sabaha karşı hem,
Dünyaya teşrifiyle nurlandı bütün âlem.

Hiçbir şey yaratmadan evvela cenâb-ı Hak,
Peygamber-i zişânın nurunu eyledi halk.

Önce kendi nurundan latif, büyük bir cevher,
Yaratıp, o cevherden var oldu başka şeyler.

Görünen görünmeyen, her ne ki varsa hatta,
Hep ondan yaratıldı, ne varsa kâinatta.

İlk var olan bu cevher, (Nur-u Muhammedî)dir.
Ruh’un ve her maddenin menşei bu cevherdir.

Sual etti Resule Cabir ibni Abdullah:
(Allah, neyi yarattı önce ya Resulallah?)

Buyurdu ki: (Her şeyden evvela cenâb-ı Hak,
Senin Peygamberinin nurunu eyledi halk.

Yani benim nurumu, kendinin nurundan hem,
Yarattı ki, o vakit yok idi Lehv ve Kalem.

Ne Cennet, ne Cehennem, yer ve gök, Arş-ü felek,
Yok idi ay ve güneş, yoktu hem ins-ü melek.)

Vakta ki Âdem Nebi, topraktan halk olundu,
Bu Nur-u Muhammedî onun alnına kondu.

Kendi ruhu verilip, etrafını görünce,
Alnındaki parlayan bu nuru gördü önce.

Sonra da ilham ile bildirdi cenâb-ı Hak. 
Ona, Ebu Muhammed diyerek etti hitap.

Dedi ki: (Ya ilahi, bana Ebu Muhammed
Diye hitab edersin, acaba nedir hikmet?)

(Başını kaldır da bak!) buyurdu Hak teâlâ.
Kaldırınca gördü ki, yukarda Arş-ı a’la.

Ve nurdan (Ahmed) diye yazı vardı hem dahi.
Hemen sual etti ki: (Bu, kimdir ya ilahi?)

Buyurdu: (Evladından, bir büyük Peygamberdir.
İsmi, göklerde Ahmed, yerlerde Muhammed’dir.

Eğer O olmasaydı, seni halk eylemezdim.
Yeri, göğü ve hatta hiçbir şey var etmezdim.)


Nur kâfirden geçmedi

Âdem aleyhisselam yaratıldığı anda,
Resulullahın nuru parlıyordu alnında. 

Ondan itibaren de, Resulullaha kadar,
Nur, temiz alınlardan dolaştı hep bu karar.

Âyet-i kerimede buyuruldu mealen:
(Sen, yani senin nurun, hep secde edenlerden,

Dolaştırılıp sana intikal eylemiştir.)
Yani Nur, hiçbir zaman kâfirden geçmemiştir.

Yaratılan ilk insan Âdem aleyhisselam,
Peygamber-i zişândan zerre taşıdığından,

Nur, emanet olarak kondu onun alnına.
Zühre yıldızı gibi başladı parlamaya.

Bu zerreyle birlikte (Nur) da Âdem Nebi'den, 
Havva validemize geçti müteakiben.

Hazret-i Havva’dan da, Şit aleyhisselama,
Ondan da geçiverdi onun evlatlarına.

Hep temiz erkeklerden, hep temiz kadınlara,
Temiz kadınlardan da, hep temiz adamlara.

Yani hep müminlerden dolaşarak bu minval,
Nihayet sahibine eylemiştir intikal.

Âdem Nebi’nin yaşı, vakta ki erdi bin’e,
Hastalanıp, göç etti ahiret âlemine.

Henüz vefat etmeden, Şit adlı evladını,
Çağırıp, yaptı ona şu son nasihatını:

Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlayan Nur,
Muhammed Mustafa’ya mahsus olan bir nurdur.

Bunu muhafazada gayret eyle sen dahi.
En pakize hanıma teslim et emaneti.

Bu hususa çok fazla ver sen de ehemmiyet.
Sen de, çocuklarına böyle eyle vasiyet.)

Hepsi, babalarının tutup vasiyetini,
Çok iyi korudular bu Nur emanetini.

Hep mümin alınlardan geçerek o Nur yine,
Ulaştı en nihayet hakiki sahibine.

Yani Resulullahın dedelerinin hepsi,
Mümin ve pek şerefli kimselerdi cümlesi.

Onlardan birisinin, iki oğlu olsaydı,
Veyahut bir kabile, ikiye ayrılsaydı,

Resulullahın Nuru, daha şerefli olan,
Oğul ve kabilede bulunurdu her zaman.

Her asırda, Resulün dedesi olan zatlar,
Yüzlerindeki nurdan bilinirdi aşikâr.

Seçkin bir soy vardı ki, işbu nuru taşıyan,
Onlar, güzel ve nurlu olurdu başkasından.

Bu nurla, o kimseler, kardeşlerinden bile,
Ayrılır, daha üstün olurdu o kabile.

Hazret-i İbrahim’in babası Taruh dahi,
Asil bir aileden, temiz bir mümin idi.

Halilullah, dünyaya gelmeden önce fakat,
Oğlunu göremeden imanla etti vefat.

Yine mümine idi validesi Emile,
Oğluna, bu Taruh’tan kalmış idi hamile.

Azer diye kardeşi var idi ki Taruh’un,
Ölünce, bunun ile evlenmişti bu hatun.

Azer, Halilullahın değildi öz babası.
Hem amcası olurdu, hem de üvey babası.
 


Hazret-i Abdülmuttalip

Peygamber efendimiz, Kureyş kabilesinden,
Ve Haşimoğulları kolundandır esasen.

Babası Abdullah’tır, onun babası Şeybe.
Bu, Abdülmuttalip’tir, böyleydi ismi önce.

Şeybe’nin babasının ismi de Haşim idi.
Çok asil, pek şerefli, sevilen bir kişiydi.

Alnındaki Nur ile eylemişti temayüz.
O vefat ettiğinde, çocuktu Şeybe henüz.

Arkadaşları ile, bu Şeybe, Medine’de,
Ok talimi yapardı evlerinin önünde.

Onları seyir için gelen bazı büyükler,
Şeybe’nin alnındaki Nur’u görüverdiler.

Dediler ki: (Bu çocuk, ne de çok mübarektir.
Şerefli bir kimsenin oğlu olsa gerektir.)

Çünkü diğerlerinden değişikti her hali.
Alnında parlıyordu o Nur yıldız misali.

Ve ok atma sırası Şeybe’ye geldiğinde,
Herkes ona bakardı büyük merak içinde.

O, yayını gererek oku attı nihayet.
Baktılar, ok hedefe eyledi tam isabet.

Heyecanla dedi ki: (Ben Haşim’in oğluyum.
Elbette hedefini bulur hep benim okum.)

Onun bu sözlerinden, insanlar bildiler ki:
Bu, Mekkeli Haşim’in oğlu imiş meğer ki.

O sırada Haşim de, Mekke’de etti vefat.
Bunun, Muttalip diye kardeşi vardı fakat.

Medine’den Mekke’ye, bir kişi o günlerde,
Gitti ve Muttalip’le karşılaştı bir yerde.

Dedi ki: (Medine’de, senin bir yeğenin var.
Çok zeki ve akıllı, hayran ona insanlar.

Alnında, yıldız gibi parlıyor hem de bir Nur.
Onun, sizden uzakta durması doğru mudur?)

Muttalip bunu duydu ve gitti Medine’ye.
Yeğenini alarak, vasıl oldu Mekke’ye.

Yanındaki Şeybe’yi görünce Mekkeliler,
(Bu çocuk kimin?) diye, ona sual ettiler.

Muttalip de, cevaben her böyle soranlara,
(Benim kölemdir) diye söylerdi hep onlara.

Şeybe’ye, (Benim kölem) dediği için ki hep,
Abdülmuttalip dendi Şeybe’ye bundan sebep.

Misk kokusu duyardı herkes onun yanında.
Resulullahın Nuru parlıyordu alnında.

O Mekke’ye gidince, onun ile beraber,
Geldi Mekke şehrine çok hayır, bereketler.

Her ne zaman Mekke’de olsa idi kuraklık,
Halk, Abdülmuttalib’e geliyordu hep artık.

Bir dua etsin diye, ona yalvarırlardı.
O bir dua edince, hemen yağmur yağardı.

İnsanlar reis seçip, ettiler ona biat.
Onun emri altında buldular huzur, rahat.

O zaman meliklerden kim vardıysa dünyada,
Onun büyüklüğünü tasdik etti onlar da.

Hazret-i İbrahim’in dinine tâbi idi.
Allah’ı mabud bilen, halis bir mümin idi.

Hiçbir puta tapmadı bu sebeple hayatta.
Ve yanlarına bile yaklaşmadı o hatta.
 


Zemzem kuyusu

Bir gün Abdülmuttalip, rüya gördü bir gece.
Bir kimse gelip onu, ikaz etti şöylece:

(Kalk ey Abdülmuttalip, kaz zemzem kuyusunu!)
Aynı kişi, üç gece tekrar etti hep bunu.

Dördüncü gece dahi söyleyince bunu hem,
Ona, Abdülmuttalip sordu ki: (Nedir zemzem?)

Dedi: (O, bir sudur ki, bahşetti Hak teâlâ.
Dibine erişilmez, eksilmez suyu asla.

Dünyanın dört ucundan, hacılar gelse şayet,
O, binlerce hacıya yine eder kifayet.

Susuzları kandırır, aç olanı doyurur.
Hatta hasta olanlar içseler, şifa olur.)

Sordu Abdülmuttalip: (Nerdedir o su şu an?)
O kimse tarif edip, gaib oldu ortadan.

Uykusundan uyanıp, o gün sabah olunca,
O yere gitti hemen, oğlu ile doğruca.

Tarif edilen yeri kazmaya başladılar.
Biraz sonra, kuyunun ağzı oldu aşikâr.

Kureyşliler onları ediyorlardı takip.
O zaman dediler ki: (Bak ey Abdülmuttalip!

Babamız İsmail’in kuyusu bu Vallahi.
Ortak eylemelisin bu işe bizi dahi.)

Lakin Abdülmuttalip, derhal karşı çıkarak,
Dedi ki: (Bunu bana bahşetti cenâb-ı Hak.)

O zaman Kureyşliler, Onu tehdit ettiler.
(Sen başa çıkamazsın bizim ile) dediler.

(Tek oğlundan başkaca, bir kimsen yoktur senin.
Bize karşı çıkmaya, kâfi gelmez kuvvetin.)

O an Abdülmuttalip, içi çok burkularak,
Şöyle dua eyledi Rabbine yalvararak:

(Ya Rab, bana on oğul edersen eğer ihsan,
Onların birisini, ederim sana kurban.)

Ve sonra düşündü ki: Yalnızım oğlum ile.
Anlaşmaya gideyim ben bu Kureyşlilerle.

Kazmayı bırakarak, dedi: (Ey Kureyş halkı!
Hakeme gidelim ki, bu işte kimdir haklı?)

Onlar dahi bu hakem fikrinde anlaştılar.
Şam’da bir kâhin vardı, hemen yola çıktılar.

Kervan sıcak çöllerde giderken yolda fakat,
Susuzluktan kimsede kalmadı güç ve takat.

Öyle bunaldılar ki susuzluktan cümlesi,
Artık bir damla suya, can atar oldu hepsi.

Lakin çöl ortasında, imkansızdı su bulmak.
Hayattan ümidini kesmiş idi cümle halk.

Lakin Abdülmuttalip, etrafta su ararken,
Devesinin ayağı bir taşa değdi birden.

Taş yerinden oynayıp, su çıktı birden bire.
Yolcular çok sevinip, koşuştular o yere.

Kana kana su içip, buldular yeni hayat.
Ona karşı, çok mahcup oldular hepsi fakat.

Dediler: (Bizim sana, sözümüz yoktur artık.
Elbette o kuyuyu, senin kazman muvafık.

Bu hususta, hepimiz sana hak veriyoruz.
Kâhine gitmeye de lüzum yok, dönüyoruz.)

O gün Abdülmuttalip, o Nur’un hürmetine,
Erdi zemzem suyunu çıkarma şerefine.
 


Kurbanlık oğul

İşte Abdülmuttalip, o zemzem kuyusunu,
Kazıp da çıkarınca, meşhur zemzem suyunu,

Kureyşliler, bu sudan etti çok istifade.
Onun şanı, şöhreti arttı daha ziyade.

Bu hadiseden sonra, yıllar geçti aradan.
Kendisine on oğul ihsan etti Yaradan.

Bunlardan Abdullah’ı, en fazla seviyordu.
Zîra Onun alnında o Nur parıldıyordu.

Bir gece, rüyasında dendi ki kendisine:
(Bir nezrin vardı senin, onu getir yerine!)

Korku ile uyandı sabah Abdülmuttalip.
Bir koç kurban eyledi, rüyayı müteakip.

Lakin gece rüyada, ona, ertesi günü,
Denildi ki: (Kurban et, o koçtan büyüğünü!)

Uyanıp düşündü ki: Var elbet bunda bir sır.
İkinci günü ise, kurban etti bir sığır.

Lakin gece rüyada, kendisine aynı ses,
Şöyle nida etti ki: (Daha büyüğünü kes!)

Sordu ki: (Ondan büyük kurbanlık ne ola ki?)
Dendi ki: (Yıllar önce, bir adağın vardı ki,

On oğlundan birini kurban edecektin ya.
İşte o adağının hükmünü eyle icra.)

Sabah Abdülmuttalip, toplayıp evladını,
Söyledi yıllar önce yaptığı adağını.

Dedi ki: (Birinizi, kurban etmem gerekir.
Bu hususta, sizlerin acaba fikri nedir?)

Bu fikre, hiçbirisi etmedi muhalefet.
Dediler: (Hangimizi istiyorsan kurban et.)

Buna, Abdülmuttalip sevinip, hemen sonra,
On oğlu arasında, çekiverdi bir kur’a.

İlk kur’a, Abdullah’a eylemişti isabet.
Lakin ona, hepsinden beslerdi çok muhabbet.

Çünkü Nur, Abdullah’ın alnında parlıyordu.
Üzüldü, sendeledi, gözleri yaşla doldu.

Bir eline bıçağı, birine Abdullah’ı,
Alıp geldi Kâbe’ye, yapmak için adağı.

Lakin akrabaları eylediler itiraz.
Dediler ki: (Oğlunu boğazlama, dur biraz!

Rabbini, başka türlü razı edebilirsin.
Bir kâhine danış da, o sana yol göstersin.)

O dahi bir kâhine açtı bu vaziyeti.
O sordu: (Bir insanın, sizde nedir diyeti?)

(On devedir) deyince, dedi ki: (On deveyle,
Oğlunuz arasında, kur’a çekin siz hele.

Oğlunuza çıksa da, onu kurban etmeyin.
On deve ilaveyle, kur’aya devam edin.

Kur’anız develere çıkıncaya kadar tam,
Böyle hep arttırarak kur’aya edin devam.)

Hemen Abdülmuttalip, gelerek Beytullaha,
On kur’a çektiyse de, çıktı hep Abdullah’a.

Her kur’ada on deve arttırıp çekti tekrar.
Develerin sayısı artardı onar onar.

Yüz’e baliğ olunca develer en nihayet,
Kur’a da, develere eylemişti isabet.

Kesti o yüz deveyi o gün Abdülmuttalip.
Dağıttı fakirlere, kendileri yemeyip.

Resulün ecdadından İsmail Peygamber de,
Aynen böyle kurbanlık olmuştu o devirde.

Bir hadis-i şerifte, bu, beyan olunmuştur:
(Ben, iki kurbanlığın oğluyum) buyurmuştur.

 

Hazret-i Abdullah

İki cihan güneşi Peygamber-i zişânın,
Mübarek babaları hazret-i Abdullah’ın,

Dünyaya geldiğinde, bilcümle ehl-i kitap,
O gün, birbirlerine ettiler şöyle hitap:

(İşte, ahir zamanda gelecek son Resulün,
Babası olan kişi, dünyaya geldi bu gün.)

Ve beni İsrailin yanlarında, o vakit,
Bir cübbe var idi ki Yahya Nebi’ye ait,

Şehid olduğu zaman, bu vardı üzerinde.
Ve mübarek kanından, iz vardı çok yerinde.

Hem de kitaplarında şöylece yazardı ki:
(Bu cübbeye bulaşan o kanlar, ne zaman ki,

Tazelenip damlarsa, son gelecek Resulün,
Babası olacak zat, dünyaya gelir o gün.)

Vakta ki cübbedeki o kan taze olunca,
Ve damla damla olup, akmaya başlayınca,

İsrail oğulları, buna vakıf oldular.
O zatın doğduğunu yakînen anladılar.

Ve lakin kıskandılar öğrenip hemen sonra,
Kendi kavimlerinden gelmemişti o zira.

Hatta öldürmek için, yaptılar çok suikast.
Nur’un bereketiyle, korunurdu o fakat.

Ne zaman ki Abdullah, erdi büluğ çağına,
Güzellikte, benzeyen hiç kimse yoktu ona.

Bu yüzden, kızlarını, nice namlı kişiler,
Ona vermek üzere, gayrete giriştiler.

Ve nice hükümdarlar vardı ki o gün hatta,
Ona kız vermek için, yarıştılar adeta.

Ve Abdülmuttalib’e gelerek dediler ki:
(Kızımızı oğluna alır isen eğer ki,

Biz her şarta razıyız, yeter ki sen kabul et.)
Lakin Abdülmuttalip, hepsini ederdi red.

Ne zaman ki Abdullah, girdi onsekizine,
Herkes hayran olurdu onun güzelliğine.

Alnında Nur-u Nebi, güneş gibi parlardı.
Onu gören kızların, gönlü ona akardı.

İkiyüze yakın kız, Mekke’ye gelerek hep,
Onunla evlenmeyi ettiler arzu, talep.

Lakin Abdülmuttalip, oğluna en mükemmel,
En kibar ve en asil, huyu ve yüzü güzel,

Bir kız arar idi ki, hem o Halilullahın,
Doğru olan dinine bağlı olsun bihakkun.

Hazret-i Abdullah'ta vardı böyle asalet.
Lakin beni İsrail, ettiler onu haset.

Hatta öldürmek için, and içip söz verdiler.
Silahlı yetmiş kişi, Mekke’ye gönderdiler.

Nihayet Abdullah’ın, kırda olduğu bir gün,
Kılıçlarını çekip, saldırdılar topyekün.

Ve lakin Abdullah’ın akrabasından olan,
Vehb bin Abdi Menaf da yakında idi o an.

Birkaç arkadaşıyla ava çıkmıştı o da.
Abdullah’ın halini gördüler o arada.

Lakin karşı koymaya, güç yetiremediler.
Zira yetmiş kişiydi ona hücum edenler.


Nur Âmine’ye geçti

İsrail oğulları, yetmiş kişi hep birden,
Hazret-i Abdullah’a saldırdılar aniden.

Vehb bin Abdi Menaf da, birkaç arkadaşıyle,
Karşı koymak istedi akrabalık aşkıyle.

Lakin kalabalıktı İsrail oğulları.
İyilikle durdurmak istediler onları.

Bu maksatla onlara yaklaşınca velhasıl,
Gördüler ki gaibden bir ordu oldu hasıl.

Yağız atlara binmiş, kılıçlı çok kişiler,
Yıldırım gibi gelip, imdada yetiştiler.

Üstlerine saldırıp, tekbir sedalariyle,
Kılıçtan geçirdiler onları tamamiyle.

Hazret-i Abdullah'ın akrabasından olan,
Vehb ibni Abdi Menaf, hayrette kaldı o an.

Abdullah’ın, gaibden nasıl korunduğunu,
Görüp, hanımına da anlattı gidip bunu.

Ve karar verdiler ki: (Kızımız Âmine’yi,
Bu yiğide verirsek, olur uygun ve iyi.)

Abdülmuttalip dahi düşünür idi ki hem:
Âmine’yi, oğluma gidip talep eylesem.

Duymuştu zira onun dine bağlılığını.
Hüsn-ü cemali ile, iffet ve hayâsını.

Bunları düşünerek bir gün Abdülmuttalip,
Âmine’yi, oğluna istedi hemen gidip.

Vehb cevaben dedi ki: (Ey amcaoğlu, zaten,
Bu bapta, biz de böyle düşünürdük esasen.)

Anlatıp bir gün önce gördüğü hadiseyi,
Dedi: (Dün karar verdik, kızı ona vermeyi.

Annesi de bu gece, bir rüya görmüş ki hem:
Nur girmiş evimize, çok parlak ve muhteşem.

Ben de gördüm, dedemiz İbrahim Peygamber’i.
Bana buyurdular ki: Kızınız Âmine’yi,

Abdülmuttalip oğlu Abdullah’a vererek,
Kıydım nikahlarını, yap sen de neyse gerek.

Bu rüyanın tesiri altındayım bu gün hep.
Diyordum ki: Ne zaman gelirler onlar acep?)

Bunları dinleyince, hemen Abdülmuttalip,
Sevindi, hayret etti Allahü ekber! deyip.

Ve ondört yaşındaki Âmine’yi, o sabah,
Onsekiz yaşındaki oğluna etti nikah.

Vakta ki Nur-u şerif geçince annesine,
Kurt kuş müjde verdiler, bunu birbirlerine.

Ve yıkıldı o gece Kâbe’de bütün putlar.
Yağmur yağıp, son buldu uzun süren kıtlıklar.

Öyle mahsul verdi ki Mekke’ye Hak teâlâ,
(Bolluk senesi) diye ad verdiler o yıla.

Resulullah, dünyaya teşriflerinden önce,
Vefat etti Abdullah, bir seferden dönünce.

Yirmibeş yaşındaydı, olunca vuslat-ı Hak.
İşitip, koca şehir üzüntüye oldu gark.

Melekler de üzülüp, dediler ki o anda:
(Ey Rabbimiz, Resul’ün yetim kaldı dünyada.)

Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim.)


Başı niçin ağrımış?

Humeyr bin Rebi adlı vardı ki bir hükümdar,
Hükmederdi geniş bir ülkeye o zamanlar.

Lakin mecusi olup, ateşe tapıyordu.
Yanında, dörtyüz bilgin hazır bulunuyordu.

Bu hükümdar, bir zaman geldi Mekke şehrine.
Lakin hürmet etmedi ahali kendisine.

Hemen adamlarına sordu ki şu suali:
(Neden çok kibirlidir bu yerdeki ahali?)

Dediler ki: (Efendim, Arab’dır bu insanlar.
Çok asil, pek şerefli kimsedir hepsi bunlar.

Zira Kâbe denilen bir ev var ki burada,
Allah’ın evi olup, eşi yoktur dünyada.)

Hakikatı onlardan öğrenince hükümdar,
Düşündü: (Bu ev için gururlu demek bunlar.

Öyleyse temelinden yıkayım ben bu evi,
Yıkılsın bunların da gurur ve kibirleri.)

Melikin kafasına bu fikir girdiğinde,
Şiddetli bir ağrı da girdi beraberinde.

Kıvrandı gece gündüz ağrının şiddetinden.
Hatta yaşlar boşandı burnundan, gözlerinden.

Bezdirince bu ağrı nihayet kendisini,
Çağırdı huzuruna bilginlerin hepsini.

Başının ağrısını söyleyip her birine,
Dedi: (Bir çare bulun şu başımın derdine.)

Bilginler bunun için çalıştılar durmadan.
Lakin bulamadılar derdine çare, derman.

Onlardan bir tanesi, sordu ki hükümdara:
(Kalbinizden bir fikir geçti mi hiç bu ara?)

Dedi: (Gelir zihnime, her düşünce ve fikir.
Senin bu bahsettiğin nasıl bir düşüncedir?)

Bilgin dedi: (Efendim, bu günlerde, gizliden,
Kâbe için bir fikir geçti mi zihninizden?)

Dedi: (Evet, kalbimden geçirdim ki: Bu evi,
Yıkayım da, halkının yıkılsın kibirleri.)

Dedi ki: (Hükümdarım, işte budur muhakkak.
Başınızın derdine tek sebep budur ancak.

Zira o ev sahibi, vakıftır her şeylere.
Aynıdır Ona göre gizli ve aşikâre.

Eğer vaz geçerseniz bu kötü fikrinizden,
Hemen kurtulursunuz bu mühim derdinizden.)

Dinledi o hükümdar onun nasihatini.
O fikirden vazgeçip, düzeltti niyetini.

Ne zaman ki o fikir çıkınca kafasından,
Başındaki ağrı da çıktı hemen ardından.

Çok sevinip, Allah’a iman etti nihayet.
Mekke ahalisine gösterdi saygı, hürmet.

Gurur ve kibrini atarak bir tarafa,
Geldi tevazu ile Beytullahı tavafa.

Sonra da çok yemekler yaptırıp sini sini,
Davet etti bilcümle Mekke ahalisini.

O gece rüyasında dendi ki kendisine:
(Nasıl ikram ettinse Mekke ahalisine,

Beyti şerife dahi, eyle tazim ve hürmet.
Üzerini bir şeyle örterek eyle hizmet.)


Merhaba salih kardeş

Humeyr’e, rüyasında (Kâbe’yi ört!) denince,
Uyanıp ferahladı, gark oldu bir sevince.

Ve o sabah, hasırdan bir örtü yapıp hemen,
Gidip örttü Kâbe’yi, hiç vakit geçirmeden.

O gece, rüyasında dendi ki ona yine:
(Hasır layık değildir Kâbe’nin üzerine.)

Sabahleyin, hasırı kaldırıp o hükümdar,
Kumaştan örtü ile Kâbe’yi örttü tekrar.

Bu sefer rüyasında dendi ki kendisine:
(Bu ev elbet layıktır daha kıymetlisine.)

Sabahleyin onu da kaldırıp bir tarafa,
En kıymetli kumaşla örttü onu bu defa.

Kâbe’nin üzerine her sene örtü yapmak,
Bu melik zamanından kaldı âdet olarak.

Sonra da veda edip Mekke ahalisine,
Geldi adamları ile Medine beldesine.

Bilginler kendisine ettiler ki şöyle arz:
(Bu yerde kalmamızı ederiz sizden niyaz.

Zira ahir zamanda gelecek son Peygamber,
Yakın bir gelecekte bu yere teşrif eder.

İsmi Muhammed’dir ki o gelecek Resulün,
Yayılır her tarafa Onun dini gün be gün.

İsterseniz cümlemiz kalalım bu beldede.
O yüce Peygamberi bekleyelim bu yerde.)

Hükümdar, bu teklife eyledi muvafakat.
Zira o Peygambere meftun oldu o saat.

Sonra bir mektup yazıp o Resule hitaben,
Teslim etti o zarfı, birine o gün hemen.

Ve tenbih eyledi ki: (Bu mektup, elden ele,
Dolaşarak ulaşsın o büyük Peygambere.)

Şöyle yazmış idi ki mektubunu o günden:
(Bu, gelecek Resule yazılmıştır Humeyr’den.

Ey Allah’ın Resulü, görmedimse de seni,
İnandım, kabul ettim senin nübüvvetini.

Ben de, senin dinine girdim tam inanarak.
Şimdiden kabul ettim, peygambersin sen elhak.

Ümmetinin içine dahil eyle beni de.
Kıyamet günü olur görüşmemiz belki de.)

Mektubu mühürleyip, teslim etti onlara.
Bu mektup, dolaşarak babadan oğullara,

Nihayet Halid bin Zeyd hazretlerine kadar,
Geldi zayi olmadan, elden ele bu karar.

Vakta ki Resulullah hicret eylediğinde,
Medine yakınında konakladı bir yerde.

Medineli müminler, aldılar bunu haber.
Mektubu, Ebi Leyli nam birine verdiler.

Dediler: (Bu mektubu al ve hemen çık yola.
Allah’ın Resulünü yarı yolda karşıla.)

O gidip görüşünce Allah’ın Habibiyle,
Hitab etti Peygamber ona kendi adiyle.

Buyurdu: (O mektubu çıkar ya Eba Leyli!
Bakalım neler yazmış kardeşim İbni Rebi?)

Ebi Leyli, mektubu çıkarıp verdi hemen.
Resulullah okuyup, razı oldu Humeyr’den.

Hatta çok sevinerek yazdığı bu mektuba,
Üç defa buyurdu ki: (Salih kardeş, merhaba!)


Fil vakası

Peygamber-i zişânın doğumuna, iki ay,
Vardı ki, o günlerde vaki oldu bir olay.

Yemende bir hükümdar var idi ki bir zaman,
Adı Ebrehe olup, değil idi Müslüman.

Bu hükümdar gördü ki, her senede bir kere,
İnsanlar, güruh güruh gidiyorlar bir yere.

O bunları görünce, eyledi hayli merak.
Bir gün adamlarını yanına çağırarak,

Sordu ki: (Bu insanlar, böyle yaya, süvari,
Nereye gidiyorlar ve nedir gayeleri?)

Dediler ki: (Bir hane var ki Mekke şehrinde,
Ziyarete giderler onu Hac mevsiminde.

Zira Müslümanlarca çok kutsal ve mükerrem,
Ev olup, ziyareti büyük ibadettir hem.)

Sordu ki: (O haneyi ne ile yapmışlardır?)
Dediler ki: (Esası, yalnız taş ve topraktır.

Lakin Hak teâlânın indindeki kıymeti,
Çok olup, bunun için celb eder bu milleti.)

Ebrehe düşündü ki: Onun mukabilinde,
Bir bina yapayım ki ben de San’a şehrinde,

Olmasın o binanın dünyada bir benzeri.
Herkes, ziyaret için tercih etsin bu evi.

Verdi bu vazifeyi en meşhur mimarlara.
Harcadı bunun için, milyarla altın, para.

Bizans imparatoru olan kimseye dahi,
Arz edip, yardımını istedi bizatihi.

Muhteşem bir kilise yaptılar özenerek.
Altın yaldızlar ile süslediler onu pek.

Ve hemen dört bir yana verdiler ki bir haber:
Herkes, bu kiliseyi ziyarete geleler.

Lakin gelen olmadı onun ziyaretine.
Herkes, eskisi gibi Kâbe’ye gitti yine.

Onun bu binasına etmediler itibar.
Hakaret gözü ile ettiler ona nazar.

Bu durum, Ebrehe’nin çok bozdu moralini.
Halbuki tutar mıydı bu, Kâbe’nin yerini?

O günlerde biri de, bu binaya girerek,
Geceledi içerde bir yerde gizlenerek.

Hakaret maksadıyla, binanın her yerine,
Pisleyip, terk eyledi binayı hemen yine.

Bekçiler, sabahleyin vaziyeti gördüler.
Ve hemen Ebrehe’ye bunu haber verdiler.

Ebrehe bunu duyup, gadaplandı bir nice.
Aklı başından gidip, sinirlendi iyice.

Dedi ki: (Ben de gidip, Kâbe’yi yıkacağım.
Öyle ki, taş üstünde taş bırakmayacağım.

Bunun intikamını alacağım!) diyerek,
Topladı ordusunu fena hiddetlenerek.

(Mahmude) namı ile bir fil’i vardı onun.
Harplerde, en ilerde, o giderdi ordunun.

O bulunduğu zaman harplerin birisinde,
Ordu galip gelirdi bu filin sayesinde.

Üçyüzbin askeriyle, dörtbin de fil'i vardı,
Hele Mahmude fili, medar-ı iftihardı.
 

Kâbe’nin sahibi var

Ebrehe, ordusuyla çıktı bir gün Yemen’den.
Maksadı, Beytullahı yıkmaktı gidip hemen.

Geldi koca orduyla Mekke’nin sınırına,
Başladı Beytullaha hücum hazırlığına.

Önce, bir adamını gönderdi ileriye,
(Kureyş’in mallarını yağma edip gel!) diye.

O, Abdülmuttalib’in şahsi develerini,
Sürerek, Ebrehe’ye arz eyledi hepsini.

Lakin Abdülmuttalip buna vakıf olunca,
Üzülüp, Ebrehe’ye gidiverdi doğruca.

Uzun boylu, heybetli, güzel ve nuraniydi.
Kavmin reisi olup, itibar sahibiydi. 

Çadırdan içeriye girince birden bire,
Ebrehe onu görüp, tahtından indi yere.

Kalbinden geçirdi ki: Bu melik şimdi benden,
Her ne talep ederse, yaparım onu hemen.

Hatta (Kâbe’yi yıkma!) dese dahi o bana,
Yıkmam, geri dönerim bu zatın hatırına.

Sonra dedi: (Ey melik, herhangi bir arzuhal,
Üzere geldin ise, yapayım onu derhal.)

Ona, Abdülmuttalip dedi ki: (Erleriniz,
Develerimi almış, lütfen geri veriniz!)

Ebrehe öğrenince onun bu gayesini,
Dedi: (Ulu bir kişi sanmıştım ben de seni.

Kâbe’yi yıkmak için gelmiştim halbuki ben.
Sen, büyük bir meliksin bu yerde hakikaten.

Sana yakışırdı ki, büyük şey dileyesin.
Mesela Beytullahı sakın yıkma! diyesin.

Lakin sen istiyorsun üç beş tane deveni.
Senin bu davranışın, hayrete soktu beni.)

O dedi: (Benim olan, bu ikiyüz devedir.
Bu yüzden, beni yalnız onlar ilgilendirir.

Beytullaha gelince, karışmam ona zinhar.
Zira benim değildir, Kâbe’nin sahibi var.)

Ebrehe sinirlenip, dedi: (Kimmiş sahibi?
Ben o evi yıkıp da, sürerim tarla gibi.)

Abdülmuttalip ise istihza eyleyerek,
Mekke’ye döndü geri (Sen bilirsin) diyerek.

Müminleri toplayıp, yaklaştı Beytullaha.
Halkasına yapışıp, dua etti Allah’a:

(Ey yerlerin, göklerin tek sahibi Allah’ım!
Herkes, kendi evini korur ve eder yardım.

Bu hane de senindir ve lakin bu ahmaklar,
Orduyla gelmişler ki, bu haneyi yıkalar.

Eğer izin verirsen, bileceğin iş elbet.
Muhafaza edersen, senindir güç ve kuvvet.)

Böylece tazarruda bulunup o müminler,
Sonra da toplu halde, dağlara çekildiler.

Ebrehe, Mahmude’yi koydu ordu önüne.
Sonra da ordusunu sürdü Kâbe yönüne.

Onun asıl ümidi, Mahmude filindeydi.
Zira muvaffakiyet, ona bağlı bir şeydi.

Lakin umduğu gibi olmayacaktı elbet.
Bekliyordu onları, çok korkunç bir akıbet.
 

Hepsi helak oldular

Ebrehe, Mahmude’ye bindirdi ki birini,
O, aslen mümin olup, gizlerdi kendisini.

Hem de Nukayl bin Lebib diyorlardı ki ona.
Eğilip, şöyle dedi o filin kulağına:

(Dikkat et, Beytullahı yıkmaya gidiyorsun.
Sakın hücum etme ki, yoksa helak olursun.)

Sürdüler Mahmude’yi sonra Kâbe yönüne.
Lakin o yürümeyip, bakıyordu önüne.

Okşadılar gitmedi, vurdular kâr etmedi. 
Önüne yem koydular, bir adım yürümedi.

Başka yöne sürdüler, gitti hem de koşarak.
Lakin Kâbe yönüne gitmedi tek bir ayak.

Nukayl’ın o sözüne uymuş idi tabii.
Sanki olduğu yere çakılmıştı mıh gibi.

Hiç böyle değillerdi halbuki diğer filler.
Lakin Mahmude’deydi o gün bütün ümitler.

İşte tam o sırada, deniz ötelerinden,
Garip bir (kuş sürüsü) peydah oldu ki birden,

O yerde, böyle kuşlar hiç de bulunmuyordu.
Her biri, gagasında birer (taş) tutuyordu.

Taşlar, nohuttan küçük, büyüktü mercimekten.
Geldiler dalga dalga bir bilinmez cihetten.

Ebrehe ve ordusu, kaç kişiyse o zaman,
Kuşlar da o kadardı, değildi fazla, noksan.

Evvela Beytullahı tavaf eden o kuşlar,
Gelip, o askerlerin üzerinde durdular.

Attılar o taşları onların üzerine.
Bu vazifeyi görüp, gittiler geri yine.

Her bir taş, bir askerin girerek kafasından,
Mermi gibi deler ve çıkardı ayağından.

Miğferli olsa bile, etmiyordu yine fark.
Her taş, vazifesini yapıyordu muhakkak.

Velhasıl Ebrehe’nin askerleri, filleri,
Yalnız Mahmude hariç, helak oldu herbiri.

Ebrehe bunu görüp, kaçtı memleketine.
Ve yolda yakalandı bir cüzzam illetine.

Bir anda, her yerine yayılmıştı işbu dert.
Sonra memleketine vasıl oldu nihayet.

Ve lakin Ebrehe’nin kahrına memur olan,
O kuş da, başı üzre gelmiş idi havadan.

Vazifesi gereği, o da attı taşını.
Deldi taş mermi gibi Ebrehe’nin başını.

Ayağından çıktı ve o dahi oldu helak.
Hakk'a karşı duranın, sonu budur muhakkak.

Ebrehe askerine, Müslümanlar geriden,
Bakıp, hiçbir hareket görmeyince birinden,

Dediler: (Öğrenelim vaziyeti bir gidip.)
Akıllı bir zat idi lakin Abdülmuttalip.

Dedi ki: (Bekleyelim, belki de bu kâfirler,
Hareketsiz durmakla, hile yapabilirler.

Ben sessizce yaklaşıp, göreyim hallerini.
Şayet geri dönmezsem, takip edin siz beni.)

Gidip şahit oldu ki, cümlesi olmuş helak.
Vermiş cezalarını onların cenâb-ı Hak.




Müjde haberleri

Peygamber-i zişânın dünyaya geleceği,
İlk peygamber, hazret-i Adem Nebi’den beri,

Gelen her Peygambere, hem de ümmetlerine,
Hep haber verilmiştir istisnasız hepsine.

Musa Kelimullahın Tevrat’ında dahi hem,
Yazıyor ki: (O, öyle zattır ki, çok mükerrem,

Himmeti yüksek olup, yardımı ziyadedir.
O, güzeller güzeli, temizler temizidir.

O, sohbette yumuşak, taksimde olur adil.
Kâfirler karşısında çok serttir, aciz değil.

Yaşlıya hürmet eder, şefkat eder küçüğe.
Esirlere acır ve şükreder az bir şeye.

O, hep güler yüzlüdür, kahkaha etmez fakat.
Ümmîdir, hiçbir şeyi etmemiştir kıraat.

Hiçbir şey okumadan, yazmadan tek şey bile,
Ona bildirilmiştir her ilim tamamiyle.

Katı kalbli değildir, kötü huy Onda olmaz.
Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle bağırmaz.

Onun ümmeti dahi, çok iyi huyludurlar.
Birbirlerine karşı merhametli olurlar.

Hep Allah’ı anarlar onlar yüksek yerlerde.
Hakk'a davet ederler halkı minarelerde.

Allah’ın Resulüdür, Onun adı Muhammed.
Onun gelmesi ile, kalblerden gider gaflet.

O, Mekke’de doğar ve hizmet eder dinine.
Medine’den tâ Şam’a, geçer Onun eline.

Doğru olan hak dini, yerleştirmedikçe tam.
Dünyadan almam Onu, hayatı bulmaz hitam.

Onun bereketiyle görür kör ve a’malar.
Ve yine duyar olur, işitmeyen kulaklar.)

Zebur’da: (Eli açık, çok cömerttir O yani.
Yumuşak, tatlı sözlü, çok güzeldir, nurani.

O, çok ağlar, az güler, az uyur, çok düşünür.
O, hoş yaratılışlı, hem de güzel yüzlüdür.

Sözleri gönül alır ve ruhları cezbeder.
Kalbi hasta olanın, tabibidir o Server.

Ey Habibim, sıyırıp himmet kılıcını tam,
Alasın benim için kâfirlerden intikam.

Bilcümle kâfirlerin başları, gün gelecek,
Kerametli ellerin önünde eğilecek.)

Hak olan İncil’de de yazar ki: (O, çok yemez.
O, hiç hile yapmaz ve kimseyi kötülemez.

O, hiç cimri değildir, cömerttir hem de fazla.
Kendi için, kimseden intikam almaz asla.

O, hiç acele etmez, değildir tembel dahi.
O, çalışanı sever, gıybet etmez kimseyi.

O Muhammed, dünyaya gelseydi bu gün şayet,
Benim nübüvvetime eder idi şehadet.

Gerçi bana, siz dahi şehadet edersiniz.
Çünkü siz, benim ile çoktan berabersiniz.

Ben, bunları şu anda söylüyorum ki size,
Sürçmesin ayağınız düşüp de bir şüpheye.)



Zulumat ve ab-ı hayat

Peygamber-i zişânın doğmasına mukaddem,
Çok müthiş bir zulmete gömülmüştü bu âlem.

İnsanlar azgınlaşmış, unutmuştu Allah’ı.
Yayılmıştı her yere mazlumun ah-ü vahı.

Unutulmuş, Allah’ın gönderdiği hak dinler.
Almıştı yerlerini, beşeri düşünceler.

Musa Kelimullahın dini unutulmuştu.
Tevrat yok edilmiş ve tamamen bozulmuştu.

Hazret-i İsa’nın da dini hıristiyanlık,
Bozulup, üç tanrı’ya inanılırdı artık.

İranlılar, şaşkınca ateş’e tapıyordu.
Bin senedir o ateş, hiç söndürülmüyordu.

Arabistan’da dahi, insanlar çok sapıtmış,
Put yerleştirmişlerdi Kâbe’ye üçyüzaltmış.

Beytullahın olduğu Mekke’de bile, o an,
Sel gibi akıyordu küfür, günah ve isyan.

Son haddine varmıştı zulüm ve ahlaksızlık.
İftihar vesilesi olmuştu bunlar artık.

Dini, ruhi, siyasi bakımdan Arabistan,
Kopkoyu bir karanlık içindeydi o zaman.

Zaman-ı cahiliye denir ki o devire,
Azgınlık ve şaşkınlık yayılmıştı her yere.

Ne içtimai düzen, ne siyasi bir nizam,
Olmayıp, karışıklık sarmıştı her yeri tam.

İçki, kumar, hırsızlık, zina ve ahlaksızlık,
İcra ediliyordu ne varsa her fenalık.

Kadınlar, bir mal gibi alınıp satılırdı.
Kız çocuğu doğması, zül, ayıp sayılırdı.

Felaket, yüz karası gelirdi bu onlara.
Kızları, diri diri gömerlerdi kumlara.

(Babacığım!) diyerek boynuna sarılsa da,
Acı feryatlar ile, ağlayıp yalvarsa da,

Yine de gömerlerdi onları diri diri.
Hiç bu cinayetlerden sızlamazdı kalbleri. 

Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim’in,
Doğru dinine bağlı, inançlı, temiz mümin,

Kimseler de vardı ki, Allah’a inanırlar.
Ve uzak dururlardı putlardan yalnız bunlar.

Peygamber-i zişânın anne, baba, dedesi,
Böyle kimselerdi hep, bilcümle sülalesi.

Lakin o azgınları, ebedi Cehennemden,
Kurtaracak kahraman lazımdı çok geçmeden.

Nitekim doğmasına, az zaman kalmıştı hem.
Onu karşılamaya hazırlanırdı âlem.

İnsanlara, ebedi refahı göstermeye,
Bir merhamet deryası geliyordu bu kere.

Makam-ı mahmud ile Şefaat-i kübranın,
Sahibi geliyordu hem dahi gayet yakın.

Hep temiz alınlardan gelen Nur’un sahibi,
O eşsiz büyük insan geliyordu nur gibi.

Allahü teâlânın Habibim dediği zat,
Varlıkların özü ve hülasa-i mevcudat,

Hürmetine her şeyin yaratılmış olduğu,
Âleme rahmet olan bir (Sultan) geliyordu.
 

 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol