Ana Sayfa
Video
Galeri
♦♦►Haber
Bütün Gazeteler
Köşe Yazarları
Net Gazete
♦♦►Tarih
Prof.Dr.Ekrem Bugra Ekinci
Tarih Ansiklopedisi
Türk Âlemiyiz
♦♦►Sağlık-Yemek
Sağlık
Pratik Bilgiler
Hekimce.com
Bitkilerin FAYDALARI
♦♦►Dini
Sohbet
E-kitap
Duâlar
Ilahiler
İlahi dinle
Hikâyeler
Menkîbeler
Osman Ünlü
Silsile aliyye
HuzuraDogru.Tv
Sûreler Ve Dûalar
Internet Radyonuz
Kıyâmet Alâmetleri
Muhammed Aleyhisselamın Hayatı
=> Mübarek Nuru
=> Dünyaya Teşrifleri
=> Mübarek Emanet
=> Gençliği ve Evlenmesi
=> Biseti ve Daveti
=> İlk Müslümanlar
=> Habeşistana Hicret
=> Habeşistana İkinci Hicret
=> Hüzün Yılları
=> Miraç Mucizesi
=> Hicret
=> Medine-i Münevvere Devri
=> Bedir Gazası
=> Hazret-i Fatıma'nın Evlenmesi
=> Beni Nadir Yahudileri
=> Fatıma Binti Esed'in Vefatı
=> Reci Vakası
=> Beni Mustalik Gazası
=> Beni Kureyza Yahudileri
=> Hudeybiye Sulhnamesi
=> Davet Mektupları
=> Hayberin Fethi
=> Umret-ül Gaza Seferi
=> Mute Gazası
=> Mekke'nin Fethi
=> Huneyn Gazası
=> Tebük Seferi
=> Veda Haccı
=> Vefatı
=> Hilye-i Saadet
=> Âlemlerin Rahmeti
=> Bazı Mucizeleri
Esma-i Hüsnâ (Anlamlari)
Esma-i Hüsnâ (Faydalari)
Yazar Ömer Çetin Engin
♦♦►Eğlence
Tavsiyeler
Kare Bulmaca
Serbest Yazılar
Enteresan Bilgiler
Biliyor Musunuz ??
Eğitici Oyunlar(Fransizca)
♦♦►Diğerleri
Sesli Tiyatro
İllerimiz
Sitemap
 

.

Medine-i Münevvere Devri

 
  Siz yukarı buyurun!
  El ele, gönül gönüle
  Mescid-i Nebi
  Kütüğün inlemesi
  İlk ezan
  Eshab-ı suffe
  Kim misafir edecek?
  Selman-ı Farisi
  Bana Rabbimi tanıt
  Son peygamber geliyor
  İşte ilk alamet
  İmanla şereflendim
  Kurtuldu kölelikten
  Abdullah bin Selam
  Savaş için müsaade
  İlk ganimet
  Mescid-i kıbleteyn
 




Siz yukarı buyurun!

O Server, Medine’ye teşrif ettiklerinde,
Kaldılar Halid bin Zeyd Ensari’nin evinde.

Eve teşrif edince o Hüdâ’nın Habibi,
Bir neşeye gark oldu bu talihli sahabi.

Artık o, geceleri kılıcını alarak,
Muhafızlık yapardı, etrafı kollayarak.

İki katlı bir evdi onların haneleri.
Alt katı tercih etti Allah’ın Peygamberi.

Lakin hazret-i Halid, değildi hiç müsterih.
Ki, niçin Resulullah alt katı etti tercih?

En son dayanamayıp, geldi huzurlarına.
Dedi ki: (Anam babam, feda olsun yoluna.

Sizin aşağı katta ikamet etmenize,
Gönlümüz razı değil, ağır gelir bu bize.

Ne olur, bir üst kata, siz teşrif buyurunuz.
Biz aşağı inelim, böyle rahat oluruz.)

Buyurdu ki: (Ya Halid, bundan olma muzdarip.
Bizim altta olmamız, daha uygun, münasip.

Zira ziyaretçiler gelir beni görmeye.
Burası daha iyi onlarla görüşmeye.)


Hazret-i Halid der ki: (Peygamber efendimiz,
Böyle arzu edince, razı olduk buna biz.

Bir testimiz vardı ki, kırıldı düşüp birden.
İçindeki dolu su, yere aktı kâmilen.

Sular, aşağıya da sızar ve akar diye,
Biz, hanımla bir hayli kapıldık endişeye.

Yok idi o zamanlar, pek maddi varlığımız.
Tek yorganımız vardı her gün kullandığımız.

Bastırdık hemen onu suların üzerine.
Ki, bir zarar vermesin, Allah’ın Resulüne.

Biz evde yürürdük ki, gayet yavaş olarak,
Bu yüzden dökülmesin aşağı toz ve toprak.)

Ve yine Ebu Eyyub anlatır ki: Bir kere,
Yemek götürmüş idim, hazret-i Peygambere.

İki kişilik idi götürdüğüm o yemek.
Zira Resulullahla, Ebu Bekir vardı tek.

Bana buyurdular ki: (Haber ver Sahabeye.
Ensardan otuz kişi gelsin yemek yemeğe.)

Ben şöyle düşünerek durakladım o ara:
Getirdiğim bu yemek yeter mi ki onlara?

Düşüncemi anlayıp, buyurdu ki: (Ya Halid!
Ensardan otuz kişi davet eyle, haydi git.)

(Peki ya Resulallah!) diyerek o Servere,
Gittim ve otuz kişi davet ettim yemeğe.

Onar onar oturup, bol bol yiyip doydular.
Yemekte bir azalma olmadı zerre kadar.

Sonra buyurdular ki: (Ya Halid, git de yine.
Altmış kişi davet et, yemek ziyafetine.)

Çağırdım, hepsi geldi, yediler o yemeği.
O altmış kişinin de doydular hepsi iyi.

Sonra üçüncü defa buyurdu ki o Server:
(Ya Halid, doksan kişi davet eyle bu sefer.)

Davet ettim, geldiler, yediler o yemekten.
O doksan kişinin de doydular hepsi hemen.

Misafirler gidince, yemeğe ettim nazar.
Gördüm ki, bir azalma olmamış zerre kadar.


El ele, gönül gönüle

Peygamber efendimiz, gelince Medine’ye,
Çok sıkı bir bağlılık husule gelsin diye,

Muhacir müminlerle, onlara yardım eden,
Ensarı, kardeş yaptı birbirlerine hemen.

Lakin hazret-i Ali kalınca en sonraya,
Unutuldum zannedip, geldi Resulullaha.

Üzüntülü bir halde arzeyledi derdini.
Dedi: (Ya Resulallah, unuttunuz mu beni?)

Buyurdu ki: (Ya Ali, unutmadım elbette.
Sen, benim kardeşimsin dünya ve ahirette.)

Böylece, yurtlarını terk eden Sahabenin,
Mahzunluğu, bir miktar azalıp oldu teskin.

Medine’de yaşayan o Müslümanlar zira,
Hepsi, bağırlarını açmışlardı onlara.

Onları evlerine misafir etmişlerdi.
Ve her türlü yardımı esirgememişlerdi.

Her Medineli Eshab, bağını, bahçesini,
İkiye ayırmıştı nesi varsa hepsini.

Onların yarısını, ayırıp kendisine,
Vermişti diğerini, muhacir kardeşine.

Hem veriyor ve hem de, çok sevinç duyuyordu.
Bu, dünya tarihinde ilk vaki oluyordu.

Adem Nebi’den beri, çok göçler oldu elbet.
Lakin hiç olmamıştı böyle ulvi bir hicret.

Yani birbirleriyle böyle sıkı kaynaşma,
Ve böyle muhabbetli ve candan kucaklaşma,

Ancak İslam dininin getirdiği kardeşlik,
Ruhu ile dünyada mümkün olmuş idi ilk.

Bu hal, Resulullahın bir kere sohbetiyle,
Elde ediliyordu, bir tek teveccühüyle.

O mübarek kalbinden fışkıran nurlar, hemen,
Eshabın kalblerine akıyordu tamamen.

O, deryalar misali feyzleri, cümle Eshab,
Kalblerine akıtıp, olurlardı feyizyab.

Ensar ve Muhacirin, Resulün etrafında,
Gönül gönüle verip, toplandılar anında.

Hicret hadisesiyle Müslümanlar nihayet,
İlk adım atıyordu olmak için bir devlet.

Lakin Medine’de de, vardı yine müşrikler,
Onlar, Resulullaha gayet düşman idiler.

Vaktaki müminlerin güzel anlaştığını,
Ve el ele vererek, sıkı kaynaştığını,

Görünce, çok korktular tehlikeyi sezerek.
Mekkeli müşrikler de, üzüldüler buna pek.

Hatta Medine’deki müşriklere hitaben,
Çok tehdit mektupları yazdılar şöyle hemen:

(Muhammed’i, o yerden yurt dışı etmezseniz,
Veyahut yakalayıp, hemen öldürmezseniz,

Gelir, biz öldürürüz bilcümle halkınızı.
Ve hizmetçi yaparız, hem kadınlarınızı.)

Medineli müşrikler, korkup hemen anında,
Abdullah bin Ubey’in toplandılar yanında.

Talimatına göre bu münafık kişinin,
Anlaştılar, Resule bir zarar yapmak için.


Mescid-i Nebi

O Server, Medine’ye hicret edip gelince,
Bir mescit inşasını arzu etti hemence.

Böyle düşünür iken, Cibril aleyhisselam,
O Resulün yanına geldi ve verdi selam.

Dedi: (Ya Resulallah, emrediyor ki Rabbin.
Taş ile kerpiçten bir, mescid inşa edesin.)

Bu emr-i ilahiyi alır almaz o Server,
Mescid için, bir arsa düşündüler bu sefer.

Kusva’nın ilk olarak çöktüğü o arsayı,
Hemen arzu ettiler gidip satın almayı.

Ve lakin sahipleri dediler ki: (Onu biz,
Satmak değil, hediye etmek arzu ederiz.)

Peygamber efendimiz kabul eylemediler.
Arsanın bedelini fazlasıyle verdiler.

Arsanın tesviyesi yapılırken bir yandan,
Döktüler kerpiçleri hemen öbür taraftan.

Temel atılmak için, gelindi bir araya.
İlk taşı, Resulullah koydular bu binaya.

Sonra buyurdular ki: (Sen de ya Eba Bekir!
Benimkinin yanına koymak için taş getir.)

Hazret-i Ömer’e de buyurdu ki: (Ya Ömer!
Sen de, onun yanına taş getir de koyuver.)

Hazret-i Osman’a da buyurdu ki: (Ya Osman!
Sen de, onun yanına taş getir de koy şu an.)

Ve hazret-i Ali’ye buyurdu ki: (Ya Ali!
Getir, Osmanınkinin yanına koy sen dahi.)

Mescidin inşasında, başta Fahr-i kâinat,
Bütün Eshab-ı kiram çalıştı hepsi bizzat.

Resulullah, sırtında kerpiç götürüyordu.
Eshabından birisi, bu halde Onu gördü.

Dedi: (Ya Resulallah, müsaade ederseniz,
Onu ben taşıyayım, siz zahmet etmeyiniz.)

Lakin O buyurdu ki öyle diyen Eshaba:
(Ben, sizden daha fazla muhtacım bu sevaba.)

Mescidin inşasında, daha fazla herkesten,
Peygamber efendimiz çalıştı hakikaten.

En ağır kayaları, hem de tek başlarına,
Alıp götürürlerdi ustaların yanına.

Eshab böyle görünce Sevgili Peygamberi,
Daha büyük bir aşkla çalışırdı herbiri.

Hatta Ammar bin Yaser, herkes bir taşır iken,
Taşıyordu kendisi, iki kerpici birden.

Kerpicin birisini, Sevgili Peygamberin,
İkincisini ise, taşırdı kendi için.

Peygamber efendimiz görünce onu böyle,
Sırtını okşayarak mübarek elleriyle,

Şefkat ve muhabbetle buyurdu ki: (Ey Ammar!
Herkes için bir ecir, sana iki ecir var.)

Yapılıp bitirildi mescit kısa zamanda.
Resulullah için de, yapıldı iki oda.

Mescit tamamlanınca, o Server-i kâinat,
Kendi hanelerine taşındılar o saat.
 

Kütüğün inlemesi

Resulullah hutbeyi, önce minber yerine,
Dayanarak okurdu bir hurma kütüğüne.

Adı (Hannane) idi bu hurma kütüğünün.
Cansız idi ve lakin, aşıkıydı Resulün.

Sonra, üç basamaklı bir minber yaptırarak,
Oradan okudular hep devamlı olarak.

Ama ilk seferinde oldu ki bir hadise,
Buna şahit oldular, Eshabdan çoğu kimse.

Bir Cuma günü idi, olunca vakti salat,
Mescid-i Nebevi’de toplanmıştı cemaat.

Vakta ki Resulullah, hutbe okumak için,
Yine minberlerine çıkmışlardı ki ilkin,

Eskiden dayandığı kuru hurma ağacı,
İnlemeye başladı o anda acı acı.

Bir hamile devenin ağlayışı gibi hem,
Seslice ağlıyordu, hüzünlü ve pür elem.

Bütün Eshab-ı kiram, hayret içerisinde,
Duydular bu sesleri, hepsi mescit içinde.

Cansız hurma kütüğü ağlayıp inliyordu.
Bilcümle Sahabe de, bu sesi dinliyordu.

Hayret içerisinde kalmıştı o an herkes.
Hatta kesilmiyordu bu inilti ve bu ses.

O zaman Resulullah, inerek minberinden,
O hurma kütüğünün yanına geldi hemen.

Mübarek elleriyle okşadılar bir müddet.
Kütüğün ağlaması, kesildi en nihayet.

Eshab, kuru kütüğün bu aşk ve sevgisini,
Görünce, bir ağlama aldı o an hepsini.

Hem de Enes bin Malik buyurdu ki bu babta:
(Mescit bile sarsıldı bu sesten o gün hatta.)

Bir başka sahabi de dedi: (Bu iniltiden,
O kütük hem çatladı, hem oynadı yerinden.)

Ve yine yemin ile buyurdu ki o Server:
(İnip de, o kütüğü okşamasaydım eğer,

Bana karşı hasret ve hüznünden leyl-ü nehar,
O, hep ağlayacaktı tâ kıyamete kadar.)

Sonra da o kütüğe dönüp Fahr-i kâinat,
Teselli etmek için buyurdu ki o saat:

(İster seni dikeyim bahçendeki yerine,
Tekrar dal ve budak sal, gel önceki haline.

İster, seni dikeyim Cennete ebediyen.
Hep Allah’ın dostları yesin meyvelerinden.)

Kütük dile gelerek, arz etti dileğini,
Dedi: (Ya Resulallah, Cennete dikin beni.

Hiç çürümeyeceğim bir yerde olayım ben.
Hep Allah’ın dostları, yesin meyvelerimden.)

Resul ve yanındaki Sahabenin cümlesi,
Gayet açık olarak işittiler bu sesi.

Sonra buyurdular ki kütüğe Fahr-i âlem:
(Senin bu isteğini yaparım, çekme elem.)

Sonra da Eshabına olarak müteveccih,
Buyurdu: (Ahireti, dünyaya etti tercih.)
 


İlk ezan

Müminleri camiye, namaza davet için,
Belirli bir usul ve işaret yoktu ilkin.

(Essalatü camia!) nida ediliyordu.
Bunu duyan müminler, namaza geliyordu.

Peygamber efendimiz Eshabiyle bu kere,
Bu hususu görüşüp, eyledi istişare.

Kimisi (Çan çalalım) dedi ise de, fakat,
Kabul buyurmadılar bunu Fahr-i kâinat.

Buyurdu: (Hıristiyan âdetidir bu yalnız.
Hiç münasip değildir onlar gibi yapmamız.)

Kimi (Boru çalalım) diye teklif ettiler.
Buyurdu ki: (Onu da çalıyor yahudiler.)

Kimi ateş yakmayı Resule teklif etti.
Buyurdu ki: (Ateş de, mecusiler âdeti.)

Bir kaçına, rüyada öğretildi bu ezan.
Arz ettiler, beğenip kabul etti o zaman.

Bilal-i Habeşi’yi çağırıp huzuruna,
Ezan okumasını, vazife verdi ona.

Çok gür ve pek tesirli var idi ki bir sesi.
Ezana başlayınca, ağlatırdı herkesi.

Resulullah, mescitte, eşine rastlanmayan,
Sohbet buyururlardı Eshabla çoğu zaman.

Rabbinin bahşettiği feyz-ü bereketleri,
Eshabının kalbine akıtırdı ekseri.

Bu sohbet şerefine nail olunca onlar,
Yüksek derecelere bir anda kavuştular.

Sohbet bereketiyle, cümle Eshab-ı güzin,
Canlarını verdiler, Resul-i zişân için.

Öyle çok sevdiler ki, hem de birbirlerini,
Canından fazla sevdi, birisi diğerini.

Öyle olmuşlardı ki onlar bu muhabbette,
Methetti Hak teâlâ, onları çok âyette.

Resulün huzurunda dikkat ederlerdi hep.
Hiç hareket etmeden, dururlardı pür edep.

Kuşlar, ağaç zannedip, konardı üstlerine.
Onlarda kımıldama olmazdı asla yine.

Peygamberlerden sonra, böylece hepsi onlar.
Mahlukatın efdali, en üstünü oldular.

Hepsinin derecesi, oldu yüksek ve a’la.
Meth-ü sena eyledi onları Hak teâlâ.

Mealen buyurdu ki: (İlk iman edenlerden,
Muhacir ve Ensarın önce gelenlerinden,

Ve bu yoldakilerden razıdır cenâb-ı Hak.
Onlar dahi Allah’tan razıdırlar muhakkak.

Cennetler hazırladı Allah bu kimselere.
Yarın huzur içinde, girerler bu yerlere.

Cennetlerin altından, nehirler akmaktadır.
Bunlar, o Cennetlerde, sonsuz kalacaklardır.)

Başka âyetlerde de, buyurdu ki mealen:
(O Resulün yanında bulunanlar, tamamen,

Sert ve şiddetlidirler kâfirler karşısında.
Lakin şefkatlidirler, kendi aralarında.

Ve bunlar, çoğu zaman rüku ve secdededir.
Çok secde ettikleri, yüzlerinden bellidir.)



Eshab-ı suffe

Resulullah, mescidin duvarına bitişik,
Hurma dalları ile yaptırdı bir gölgelik.

Ve emir buyurdu ki: (Mekke’den hicret eden,
Malı mülkü olmayan fakir Muhacirlerden,

Bekârlar, bu çardakta ikamet eylesinler.
Allahü teâlâya hamdü sena etsinler.)

Sayıları on ila dörtyüz olan bu zevat,
Resulün sohbetinde bulunurdu çok saat.

Bunlar, ya huzurunda olurlardı Resulün,
Yahut da ibadetle meşgullerdi gece gün.

Hem ilim öğrenirler ve Kur’an okurlardı.
Hadis-i şerifleri hıfza çalışırlardı.

Oruçlu olurlardı gündüzleri çok zaman.
İbadet ve taattan ayrılmazlardı bir an.

Bunlar, yeni Müslüman olan kabilelere,
Muallim olarak da giderlerdi çok kere.

Bu pek faziletli ve mübarek sahabiler,
Bir irfan ordusunun eriydi hepsi birer.

Peygamber efendimiz, onları çok severdi.
Onlarla sohbet eder, oturup yemek yerdi.

İşte bu faziletli, ilim ehli insanlar,
Eshab-ı suffe diye, tanındı o zamanlar.

Peygamber efendimiz, bir gün suffe ehline,
Bakıp, şefkat ettiler o fakir hallerine.

Buna rağmen yine de, huzurlulardı gayet.
Gönül rahatlığıyla yaparlardı ibadet.

Resulullah, bu seçkin, fakir sahabilerin,
Her ihtiyaçlarını ederdi önce temin.

Hazır ettikten sonra onların yemeğini,
Ancak düşünüyordu, kendi ehl-i beytini.

Bu Eshab-ı suffeden biri, Ebu Hüreyre,
Şöyle anlatmaktadır halini o bir kere:

Der ki: Yemeksizlikten çok zaman aç kalırdım.
O zamanlar taş alıp, karnıma bastırırdım.

Yine böyle bir taşı bastırmışken karnıma,
Aniden Resulullah teşrif etti yanıma.

Halimi anlayarak, bana gülümsediler.
(Benimle gel) buyurup, eve doğru gittiler.

Ben dahi peşlerinden gittim emirleriyle.
Hane-i saadete vardık kendileriyle.

O anda evlerinde, bir bardak süt var idi.
Buyurdu ki: (Eshab-ı suffeyi çağır haydi!)

Çağırdım, hep birlikte huzura vasıl olduk.
İzin alıp girerek, bir yerlere oturduk.

Bana buyurdular ki: (Gel ya Eba Hüreyre!
Bu sütü, sıra ile içir bu kimselere.)

(Peki) deyip, o sütü aldım Resulullahtan.
Verdim ehl-i suffenin herbirine sıradan.

Herbiri, doya doya o sütten içiyordu.
Sonra, bana bardağı iade ediyordu.

Hepsi içip doyunca, alıp içtim ben dahi.
Bir kap süt, hepimize kâfi geldi vallahi.

Sonra Resulullah da içtiler saadetle.
Süt hiç eksilmemişti, gördüm bunu hayretle.




Kim misafir edecek?

Bir gün suffe ehlinden, Resulün huzuruna,
Biri gelip, açlıktan şikayet etti Ona.

Dedi: (Ya Resulallah, üç gündür hiç yemedim.
Açlıktan hiç kalmadı, yürüyecek takatim.)

Acıdı Resulullah o garibin haline.
Hemen haber gönderdi kendi hanelerine.

(Evimizde, erzaktan, bir nesne varsa şayet,
Bir fakir Müslümanı edeyim eve davet.)

Zevceleri cevaben, arz etti ki: (Su hariç,
Evimizde, yiyecek bir nesne kalmadı hiç.)

Gönderdi Resulullah onu diğer zevceye.
O da, aynı cevabı verdi o haberciye.

Bu sefer Eshabına buyurdu ki: (Bu fakir,
Çok açmış, kim bu gece eder onu misafir?)


Maalesef onların da, ona ikram edecek,
Yok idi evlerinde, o kadar bir yiyecek.

Buna rağmen birisi dedi ki o Servere:
(Onu, müsaadenizle götüreyim ben eve.)

Düşündü ki: Bizde de, bize yetecek kadar,
Yemeğimiz var ama, bu işin kolayı var.

Biz ve çocuklarımız, bu akşam hiç yemeyiz.
Mevcut olan yemeği, ona ikram ederiz.

O böyle halisane, güzel niyet ederek,
O fakiri evine götürdü sevinerek.

Hanımına sordu ki: (Yemeğimiz ne kadar?)
Dedi ki: (Çocuklara yetecek miktarda var.)

Dedi: (Resulullahın var ki bir misafiri,
Doyurmamız gerekir bu akşam o fakiri.

Çocukları avut da, sofraya gelmesinler.
Yahut erken uyut da, yemek istemesinler.)

Hanım dedi: (Elbette, biz mühim değiliz hiç.
Biz onu doyurursak, buluruz huzur, sevinç.

Hem de Resulullahın misafiriymiş o zat.
Sevap kazanmak için, bu bize büyük fırsat.)

Bir hamlede sofrayı hazırladı odaya.
Dedi ki: (Misafiri buyur eyle sofraya.)

Ve lakin bir kişilik yemekti hazırlanan.
O mübarek sahabi, düşündü ki o zaman:

Yemeğin azlığını görürse o misafir,
Rahatlıkla yemekten belki utanabilir.

Kalkıp söndüreyim ki bu odanın mumunu,
Görmesin tek kişilik az yemek olduğunu.

Mumu düzeltir gibi yaparak en nihayet,
Söndürüp, misafiri sofraya etti davet.

Karanlıkta o fakir, yedi bir iştah ile.
O, yer gibi yaparak, yemedi lokma bile.

Görmüyordu misafir, yiyor mu, yemiyor mu?
Zaten o, bu niyetle söndürmüştü o mumu.

O fakir, rahatlıkla yiyip kalktı doyarak,
Ev sahibi, sofradan çekildi aç olarak.

Ertesi gün, gelince Resulün huzuruna,
Allah’ın Sevgilisi buyurdular ki ona:

(Dün sizin o fakire olan şefkatinizden,
Ötürü, Hak teâlâ çok razı oldu sizden.)
 



Selman-ı Farisi

Gün geçtikçe İslam’ın nuru yayılıyordu.
Resulün sevgisiyle, kalbler parıldıyordu.

Onun hasreti ile, bekleyen susamış halk,
Bir arayış içinde Medine’ye koşarak,

Huzur buluyorlardı, görmekle Onu bir an.
Şerefleniyorlardı etmekle Ona iman.

Bunlardan birisi de Selman-ı Farisi’ydi.
Bu zatın babası ve annesi mecusiydi.

Bu mübarek sahabi, doğmuştu İsfehan’da.
İkiyüzelli sene ömür sürdü dünyada.

Ehl-i beytten sayılan bu büyük, mübarek zat,
Hayatını şöylece anlatır kendi bizzat:

Doğdum ben İsfehan’ın Cey denen bir köyünde.
Ve en zengin insanı, babamdı o köyün de.

Bir hayli fazla idi, arazimiz, malımız.
Çoktu bundan ötürü, köyde itibarımız.

Ben, babamın tek oğlu idim ki, bundan sebep,
Kız gibi yetiştirdi ev içinde beni hep.

Bana olan sevgisi olunca pek ziyade,
Dışarıya çıkmama, etmezdi pek müsaade.

Kendi mecusi olup, ateşe tapınırdı.
Bu dinin icabını bize de yaptırırdı.

Bu mecusi dinini, teferruatıyla tam,
Ve eksiksiz olarak, öğretti bana babam.

Devam üzre bir ateş yanardı evimizde.
Ona secde eder ve tapardık hepimiz de.

Malik olduğu için çok bahçe ve bağlara,
Beni de, bir gün alıp, götürdü oralara.

Dedi ki: (Ey evladım, gez şu bağı, bostanı.
Benden sonra senindir, mallarını gör, tanı.)

(Peki) deyip, giderken bir gün o araziye,
Rastladım yol üstünde olan bir kiliseye.

İnsanlar, içeride yapıyordu ibadet.
Böyle şeyi, ilk defa görünce ettim hayret.

Zira bizim dinimiz, buna benzemiyordu.
O anda, kalbimde bir tereddüt hasıl oldu.

Bizim ibadetimiz, tapınmaktı ateşe.
Bir türlü ermiyordu, zaten aklım bu işe.

Görünce kilisede ibadet edenleri,
Düşündüm ki: Bunların, daha doğru dinleri.

Tarla ve bahçemizi gezmekten vaz geçerek,
Seyrettim hep onları, sabahtan akşama dek.

Sonra, yaşlı birine sual ettim: (Hey baba!
Bu dinin asıl yeri nerededir acaba?)

O, (Şam’dadır) deyince, yine sual ettim ki,
(Şam’a gitsem, beni de kabul ederler mi ki?)

O zat (Evet) deyince, sordum ki ben bu sefer:
(Sizden, Şam'a gidecek var mıdır bir kimseler?)

(Yakında olabilir) deyince bana o zat,
Çok sevindim ve lakin ilerlemişti saat.

Karanlık basmış idi, korkarak eve vardım.
Babam hemen sordu ki: (Neredeydin evladım?

Vaktinde gelmeyince, hayli kaldık merakta.
Aramadığımız yer kalmadı köyde hatta.)
 


Bana Rabbimi tanıt

Dedim ki: (Babacığım, dediğin o bağlara,
Bu sabah çıkıp gittim, dolaşırken bir ara,

Rastladım yol üstünde kilisenin birine.
Merak edip, hemence girdim içerisine.

Baktım, bir çok insanlar ediyorlar ibadet.
Onların bu halleri, hoşuma gitti gayet.

Onlar, görmedikleri, her şeye kadir olan,
Kudretli bir Allah’a ediyorlar hep iman.

Ben onları görünce, anladım ki muhakkak,
Onların bu dinleri, bizimkinden daha hak.)

Babam bunu duyunca, bana dedi: (Ey oğlum!
Bu düşüncen çok yanlış, sana doğru diyorum.

Baban ve ecdadının dini daha doğrudur.
Onların hallerine aldanma, doğru budur.)

Dedim ki: (Hayır baba, ben öğrendim her şeyi.
O din, bizim bu dinden daha doğru ve iyi.

Onlar inanıyorlar, hak olan bir Allah’a.
İnandım ki o dinden, iyi din yoktur daha.)

Babam bana çok kızıp, ayak ve ellerimden,
Bağlayıp, bir odaya hapsetti beni hemen.

O halimde ben yine, Şam’ı düşünüyordum.
Oraya girmek için, çareler arıyordum.

Ve bir gün öğrendim ki, köyümüzden tâ Şam’a,
Bir kervan gidecekmiş, hem de o gün akşama.

Ellerimi çözerek, gizlice kaçtım evden.
Şam’a giden kervana, katıldım gidip hemen.

Şam’a vasıl olunca, hıristiyan dininin,
En büyük âlimini öğrendim hemen ilkin.

Sevinç ve heyecanla, gidip buldum âlimi.
Huzuruna varınca, arz eyledim halimi.

Dedim ki: (İzin verin, kalayım evinizde.
Olayım gece gündüz sizin hizmetinizde.

Yeter ki, öğreneyim hıristiyan dinini.
Tanıtın bir de bana, âlemlerin Rabbini.)

O kabul eyleyince, hizmetine girdim tam.
Böyle onun yanında, bir müddet ettim devam.

Kilise işlerini idame ediyordum.
Ve hıristiyanlığı ondan öğreniyordum.

Lakin bir müddet sonra, anladım ki ben bizzat,
O, dedikleri gibi değilmiş iyi bir zat.

Zira fakirler için aldığı akçeleri,
Fakirlere vermeyip, yığıyordu ekseri.

Yedi küp doldurmuştu altın ve gümüşlerden.
Ve hatta benden gayri, yok idi bunu bilen.

Bir müddet sonra bu zat, göçtü ebediyete.
Geldi hıristiyanlar, defin için hizmete.

Dedim ki: (Neden buna ilgi gösterirsiniz?
Bu, hürmet edilmeye layık değil, biliniz.)

Bana inanmayınca, söyledim hakikati.
O zaman inandılar onlar da bana kati.

(Bu, techiz ve tekfine layık değil) diyerek,
Cenazesini alıp, ettiler bir yere terk.

O âlimin yerine, geçti başka birisi.
Onun, dünya malıyla yok idi bir ilgisi.
 


Son peygamber geliyor

Bu yeni hıristiyan âlimi sevdim gayet.
Zira dünya malına vermezdi ehemmiyet.

Dünyadan ahirete döndürmüştü yüzünü.
Taatte geçirirdi, gece ve gündüzünü.

Yanında uzun zaman kalıp sevdim o zatı.
Birlikte yapıyorduk, ibadet ve taatı.

Ona hizmet ederdim, zevk ile ve severek.
Ahiret adamıydı, dünyayı etmişti terk.

Bir gün ona dedim ki: (Ey kıymetli efendim!
Yıllardır yanınızda bulunup hizmet ettim.

Allah’ın her emrine edersiniz itaat.
Haramdan kaçmaya da, edersiniz pek dikkat.

Lakin bir gün gelir de, siz vefat ederseniz,
Bana, hangi âlimi tavsiye edersiniz?)

Dedi ki: (Ey evladım, Şam’da yok böyle bir zat.
Musul’daki âlime tâbi ol gidip bizzat.)

O vefat ettiğinde, vardım Musul iline.
O âlimi bularak, koyuldum hizmetine.

O da, evvelki gibi çok zahid idi, fakat,
Onun da ömrü bitip, eyledi bir gün vefat.

Ona dahi ölmeden arz edince halimi.
Söyledi Nusaybin’de bulunan bir âlimi.

Musul’dan ayrılarak, ulaştım Nusaybin’e.
O âlimi bularak, katıldım hizmetine.

Çok derin âlim olup, zahid idi begayet.
Onun dahi vefatı yakın oldu nihayet.

Dedim ki: (Ey efendim, siz vefat ederseniz,
Beni, hangi âlime acep gönderirsiniz?)

Dedi: (Amuriye’de bir âlim var ki evlat,
Hıristiyan dininde, çok azdır böyle bir zat.)

O vefat ettiğinde, gittim Amuriye’ye.
Ki, o âlim Rabbimi tanıtsın bana diye.

O âlimi bularak, yıllarca ettim hizmet.
Onun dahi vefatı yakınlaştı nihayet.

Dedim ki: (Göçerseniz siz de ebediyete
Kime gönderirsiniz bu fakiri hizmete?)

Dedi ki: (Buralarda yok öyle âlim bir zat.
Ahir zaman Nebisi yakında gelir fakat.

Arab’dan çıkacaktır o Peygamber vallahi.
Onu müjdelemiştir, İsa Peygamber dahi.

Alameti şudur ki, O, kavminin şerrinden,
Hurması bol bir yere, hicret eder şehrinden.

Sadaka almaz ama, kabul eder hediye.
Sırtında bir ben vardır, mühr-ü nübüvvet diye.)

Çok hoşuma gitmişti o âlimin sözleri.
O günden çok sevmiştim, dediği Peygamberi.

Artık Arab iline gitmeği istiyordum.
O Resule yetişip, iman etsem diyordum.

Bu arzular içinde günler geçti aradan.
Duydum: Arab iline gidecekmiş bir kervan.

Bir hayli mal vererek o kervan sahibine, 
Dedim ki: (Beni dahi, götür Arab iline.)

Kabul edip, beni de kafileye aldılar.
Sonra ihanet edip, köle diye sattılar.
 



İşte ilk alamet

Beni o yahudiye satınca o kimseler,
Gördüm çok o diyarda hurmalık ve bahçeler.

Düşündüm ki: Beklenen o Peygamber, her halde,
Gelse gerek, işte bu hurması bol mahalde.

Lakin ben, o beldeye edemedim muhabbet.
O yahudi kimseye, hizmet ettim bir müddet.

Sonra o sattı beni, başka bir yahudiye.
O dahi beni alıp, getirdi Medine’ye.

Bu yeri görür görmez, çok ısındım, pek sevdim.
Sanki ben, bu beldeyi önce görmüş gibiydim.

Dedim: İşte burası, hurması bol olan yer.
O Peygamber, herhalde, bu yere teşrif eder.

Geçiyordu günlerim artık hep Medine’de.
Bağ bahçe işlerini yapıyordum bu yerde.

Lakin ben, teşrifini beklerdim bir kişinin.
Sabırsızlanıyordum Ona kavuşmak için.

Rabbimi tanımaktı muradım benim asıl.
O Resulü görmekle olacaktı bu hasıl.

O yüce Peygamberi bekliyordum gece gün.
Onun hasreti ile yanıyordum büsbütün.

Bir gün, o yahudinin bahçesinin birinde,
Hurma topluyor idim, bir ağaç üzerinde.

Altta, efendim ile, yavaş sesle bir kişi,
Bir şeyler konuştular, merak ettim bu işi.

Kulak verip dinledim, diyordu ki: (Mekke’den,
Kuba’ya biri geldi, geçen sabah erkenden.

Peygamber olduğunu ediyor halka izhar.
Evs ve Hazreçliler de Ona inanıyorlar.)

Ben bu sözü duyunca, kendimden geçtim o an.
Ve hatta sevincimden, düşecektim ağaçtan.

Hemen aşağı inip, dedim ki o kimseye:
(Ne diyorsun, kim gelmiş, ne diyormuş herkese?)

Sahibim sinirlenip ve bir tokat vurarak,
Dedi: (Ne yapacaksın, sen kendi işine bak!)

O gün akşam olunca, bir miktar hurma aldım.
Arayıp, o Resulün huzurlarına vardım.

Görünce ilk olarak cemalinin nurunu,
Tahmin ettim beklenen Peygamber olduğunu.

İkram etmek üzere, aldığım hurmaları,
Ona takdim ederken, arz eyledim şunları:

(Bu hurma sadakadır, lütfen kabul ediniz.
Fakirlerle birlikte, afiyetle yiyiniz.)

Eshabını çağırıp, buyurdu: (Yiyin bundan!)
Ve lakin hiç yemedi kendisi o hurmadan.

Dedim ki: ilk alamet, işte bu olsa gerek.
Zira kabul etmedi sadakayı mübarek.

Teşrif ettiklerinde Medine beldesine,
Az hurma daha alıp, huzura vardım yine.

Hurmaları çıkarıp Ona takdim eyledim.
Dedim ki: (Bu hurmalar, hediyedir efendim.)

Çağırdı Sahabeyi huzuruna bu sefer.
Baktım, yedi kendi de Eshabiyle beraber. 

Yirmibeş tane idi o hurmalar vallahi.
Çekirdekleri saydım, fazlaydı bin’den dahi.

Dedim ki: İşte budur, o ikinci alamet.
Bir işaret kaldı ki, o da (Mühr-ü nübüvvet.)




İmanla şereflendim

Ertesi gün, Resulün yanına gittim yine.
O ise gidiyordu, bir mevtanın defnine.

Mühr-ü nübüvvet’ini görmekti arzum o gün.
Bu niyetle, yanına yaklaştım o Resulün.

Muradımı anlayıp, kaldırdı gömleğini.
Görmekle şereflendim, Mühr-ü nübüvvetini.

Kendimi tutamayıp, o mührü öptüm hemen.
Ağlayıp, ırmak gibi yaş aktı gözlerimden.

Bu son alameti de görünce en nihayet,
İman edip, bana da nasib oldu hidayet.

Başımdan geçenleri anlattım Peygambere.
Dinleyip, çok taaccüp eyledi o hallere. 

Ve emir buyurdu ki bana hemen o Server:
(Eshab-ı kirama da bunları anlatıver.)

Sahabenin cümlesi, toplandı o arada.
Başımdan geçenleri anlattım onlara da.

Lakin Arab dilini bilmiyordum o zaman.
Anlaşabilmek için istedim bir tercüman.

Dil bilen bir yahudi, gelmiş idi o yere.
Selman’ın sözlerini söylerdi Peygambere.

Lakin Resulullahı metheden sözlerini,
Kast ile değiştirip, söylerdi hep tersini.

Derhal Cibril-i emin inerek yeryüzüne,
Bildirdi bu durumu Allah’ın Resulüne.

Bunu, kendisine de söyledikleri zaman,
Şehadeti getirip, o da oldu Müslüman.

Ve Selman-ı Farisi girince de bu dine,
Köleliğe, bir müddet devam etti o yine.

Allah’ın Sevgilisi buyurdu ki bir zaman:
(Kendini kölelikten azad eyle ya Selman.)

Gidip efendisine söyledi bunu, fakat,
O buna, bir şart ile eyledi muvafakat.

Dedi: (Hemen dikersen, üçyüz hurma fidanı, 
Ve ne zaman gelirse, meyve verme zamanı,

Ayrıca kırk ukiyye bana altın verirsen,
Ancak azad edersin, kendini kölelikten.)

Ayrılıp geldi hemen Resulün huzuruna.
Yahudinin şartını arz etti aynen Ona.

Eshaba emretti ki Peygamber efendimiz:
(Kardeşiniz Selman’a siz de yardım ediniz.)

Üçyüz hurma fidanı buldular hemen ona.
Çağırdı Resulullah onu huzurlarına.

Buyurdu ki: (Ya Selman, hazırla çukurları.
Bizzat ben elim ile, dikeceğim onları.)

O dahi çukurları kazıp hazır edince,
Resul-ü müctebaya haber verdi hemence.

Mübarek elleriyle, Resul, o fidanları,
Gelip, çukurlarına, diktiler ayrı ayrı.

Sonra da, ellerini kaldırıp o arada,
Meyve vermesi için dua etti o anda.

Resulün bereketi ve duaları ile,
O yıl meyve verdiler fidanlar tamamiyle.
 


Kurtuldu kölelikten

Hem Selman-ı Farisi anlatır ki kendisi:
Bir gün, beni sorarak arıyordu birisi.

Diyordu: (Kırk ukiyye altını, sahibine ,
Verip de kavuşacak kimdir hürriyetine?)

Baktım, pek tanıdığım kimselerden değildi.
Bana, yumurta kadar bir altın verip gitti.

Alarak o altını o kimsenin elinden,
Allah’ın Resulünün yanına gittim hemen.

Dedim: (Ya Resulallah, bilmediğim bir kimse,
Bana, şöyle bir altın verdi o her kim ise.)

Buyurdu ki: (Götürüp, yahudiye ver bunu.
Eda et böylelikle ona olan borcunu.)

Dedim: (Ya Resulallah, bu altın hafif biraz.
Onun istediğinden zannederim daha az.)

Allah’ın Sevgilisi aldı onu eline.
Sürüverdi mübarek dilinin üzerine.

Buyurdu ki: (Al şimdi, yahudiye götür ver.
Zannederim bu altın, borcunu eda eder.)


Götürüp verdiğimde, yahudi tarttı onu.
Gördü istediğinden, hem ağır olduğunu.

Resul-ü müctebanın bu mucizesi ile,
Kendimi kölelikten kurtardım böylelikle.

Vakta ki kölelikten, azad etti kendini,
Sepet örüp, satmakla sağlardı geçimini.

Kârının bir kısmıyla, kendi geçiniyordu.
Kalanı, fakirlere hediye ediyordu.

Çok ibadet ederdi gece karanlığında.
İbadetsiz gecesi, geçmedi hayatında.

Bazı gece, Resulün huzuruna giderek,
Sohbet ediyorlardı, başbaşa sabaha dek.

Öyle dalmış idi ki Resulün sevgisine,
Hiç tatlı gelmiyordu başka şey kendisine.

Tamamen ahirete çevirmişti gönlünü.
Rabbine ibadetle geçirdi bir ömrünü.

Dünyaya, zerre kadar vermezdi ehemmiyet.
Zira onun gözünde, var idi sırf ahiret.

İmana kavuşunca, Eshab-ı suffe denen,
Ehl-i ilim zatlardan biri oldu o hemen.

Kinde kabilesinden, bir kızla evlenmişti.
Evlendiği hanımın hanesine gelmişti.

Baktı ki, duvarlarda, süsler var, etti hayret.
Dedi: (Ancak Kâbe’ye yakışır böyle ziynet.)

Daha sonra gördü ki, evinde çok eşya var.
Hanımına sordu ki: (Kimindir bu eşyalar?)

(Bize ait) deyince, dedi: (Yolculuktayız.
Yolcuya lazım olan kadar olsun malımız.)

Bir hizmetçi kadını, gördü hem de o vakit.
Sordu ki: (Bu hizmetçi kadın da kime ait?)

(Senin ve ehlinindir) deyince de bu sefer,
Dedi ki: (Bana böyle emretmedi o Server.)

Bana buyurdular ki: (Nikahlı hanımından,
Başka kadın, evinde bulundurma ya Selman!)

Sonra kalkıp, başladı gece ibadetine.
Ağlayıp, göz yaşıyle dua etti Rabbine.





Abdullah bin Selam

Resulün o mübarek, nurlu yüzünü, bir an,
Görüp, aşık olanlar çok var idi o zaman.

Şerefli sohbetini, bir kere dinleyince,
Hayran olup, Müslüman olanlar vardı nice.

Abdullah bin Selam’dı, biri bu kimselerden.
Yahudi âlimiydi henüz iman etmeden.

Kendisi anlatır ki: Ben İncil ve Tevrat’ı,
Babamdan okuyarak, öğrendim hakikatı.

Yani ahir zamanda bir Peygamber gelecek,
Diye, küçük yaşımda öğrenmiştim, bu gerçek.

Onun sıfatlarını, hallerini bittamam,
Tevrat’tan okuyarak öğretti bana babam.

Lakin bana derdi ki: (Gelecek o Peygamber,
Harun Nebi neslinden gelecek olsa eğer,

İnanır, tâbi olur, ederim çok itibar.
Başka soydan gelirse, inanmam Ona zinhar.)

Lakin o, Resulullah Medine’ye gelmeden,
Bir gün vefat eyledi, Ona iman etmeden.

Daha sonra Mekke’de, Onun Nübüvvetini,
Ve bunu, aşikâre ilan eylediğini, 

Duyunca, iman ettim o Resule hemence.
Zira geleceğini bilirdim daha önce.

Lakin bu imanımı saklayıp sükut ettim.
Ve Onun, Medine’ye teşrifini bekledim.

Vakta ki teşrif etti o Resul Medine’ye,
Koştum hemen görüp de iman edeyim diye.

Mübarek cemalini, ilk defa görür görmez,
Düşündüm ki: Bu yüzün sahibi yalan demez.

Kalabalık içine karışmıştım o gün ben.
Nübüvvet nuru ile tanıdı beni hemen.

Ve şöyle buyurdu ki görünce beni ilkin:
(Medine’nin âlimi İbni Selam sen misin?)

(Evet, benim) deyince, bana, (Yaklaş!) buyurdu.
Yanına yaklaşınca, şöyle bir sual sordu:

(Benim geleceğimi, ismimi, Allah için,
Tevrat’ta okuyup da öğrenmemiş mi idin?)

Ben, (Okumuştum) deyip, arz ettim: (Efendim, siz,
Allah’ın sıfatları nedir, söyler misiniz?)

Benim bu sualimin karşısında o Server,
Hemen cevap vermeyip, bir miktar beklediler.

Cibril aleyhisselam inerek yeryüzüne,
Bir sure inzal etti Allah’ın Resulüne.

Okudu Resulullah o İhlas suresini.
Ben, edeple dinleyip, tasdik ettim hepsini.

Dedim: (Ya Resulallah, sen doğruyu söylersin.
Ve bizi, bâtıl yoldan, Hakk'a davet edersin.

Şehadet ederim ki, Allah’tır asıl ilah.
Sen de Onun kulu ve Peygamberisin vallah.)

Şehadeti getirip o Serverin önünde,
Ona iman etmekle şereflendim o günde.




Savaş için müsaade

Medine’ye hicretin olacağı günlerde,
Başkan seçilecekti o ara Medine’de.

Hazrec kabilesinin bir reisi vardı ki,
Medine’ye hükümdar, o olacak gibiydi.

Abdullah bin Übey’di ismi de o kişinin.
Bu iş gerçekleşmedi hicret olduğu için.

Çünkü halk, üçer beşer Müslüman oluyordu.
Ve herkes, hakikati artık öğreniyordu.

O saadet güneşi, Mekke’den Medine’ye,
Teşrif ediyor idi, İslam’ı yaysın diye.

Medine’de Evs ile Hazrec kabileleri,
Müslüman oluyordu grup grup herbiri.

Hakiki saadeti görünce o insanlar,
Abullah bin Übey’e etmediler itibar.

Onun hükümdarlığı gerçekleşemeyince,
O da, Müslümanlara düşman oldu gizlice.

Muhacir ve Ensara, fena diş biliyordu.
Lakin düşmanlığını hiç belli etmiyordu.

Bir yandan kendi gibi inançsız kimselerden,
Münafıklar zümresi teşkil ettirdi hemen.

Bunlar, Müslümanlara, (Müminiz) diyorlardı.
Lakin arkalarından, alay ediyorlardı.

Hem nifak tohumları ekmeğe başladılar.
Bunun için gece gün durmadan çalıştılar.

Mekkeli müşrikler de, haber alıp bunları,
Tahrik ediyorlardı hep bu münafıkları.

Bunlar, İslam nurunu, çalışıp gündüz gece,
Söndürmek istiyordu, tamamen bir an önce.

Resulün vücudunu ortadan kaldırmanın,
Yolunu ararlardı, hem de bugün ve yarın.

Onlar, böyle düşmanlık yapıyorlardı, ama,
Sulh yoluna giderdi Resulullah daima.

Sahabe-i kiram da, hiç ses çıkarmıyordu.
Ve lakin sabırları taşmaya başlıyordu.

Kâfirlerin haddini hemen bildirmek için,
Artık bekliyorlardı cenge ruhsat ve izin.

Diyorlardı: (Ya Rabbi, şu Kureyş kâfirleri,
Hepsi inkâr ettiler Sevgili Peygamberi.

Sana ve Resulüne, hiç iman etmediler.
Hatta Resulullahı, öldürmek istediler.

Peygamber efendimiz, bu küffârın şerrinden,
İzninle, Medine’ye hicret etti şehrinden.

Şimdi, senin yolunda, bu küffârla cenk için,
Bekliyoruz zatından, bir müsaade ve izin.)

Böyle dua ederken Sahabenin cümlesi,
Emir bekliyor idi, Hüdâ’nın Sevgilisi.

Ve geçmemiş idi ki, çok bir vakit aradan,
Cenk emrini getirdi Cibril Hak teâlâdan.

Mealen: (Size karşı harp açanlar ile, siz,
Yalnız Allah yolunda çarpışıp harp ediniz.

Fakat haddi aşıp da, gitmeyiniz ileri.
Size saldırmazlarsa, saldırmayın siz dahi.

Savaştıklarında da, yaşlı, çocuk ve kadın,
Gibi biçareleri öldürmeyin siz sakın.)
 



İlk ganimet

O Server, Medine’de asayişi sağlamak,
Ve düşmanın halini tahkik edip anlamak,

Maksat ve gayesiyle seriyyeler emretti.
Yani küçük askeri birlikler tertib etti.

İşbu seriyyelere katılan sahabiler,
Olurlardı bazan beş ve bazan da dörtyüz er.

Ani saldırılara olmak için ihtiyat,
Nöbet tutma usulü, koydu Fahr-i kâinat.

Müşrikleri, ticari ve iktisadi yönden,
Zayıflatmak için de, bir tedbir aldı hemen.

Bunun için, Suriye dış ticaret yolunu,
Kesmek için, gönderdi bir seriyye kolunu.

Otuz kadar Eshaba, emir verdi o ara.
Ve hazret-i Hamza’yı başkan yaptı onlara.

Buyurdu ki: (Kork yalnız Allahü teâlâdan.
Ve emrin altındaki erlere iyi davran.

Yalnız Allah yolunda, bu gazaya çıkınız.
Allah’ı tanımayan küffârla çarpışınız.)

Abdullah bin Cahş’ı da, bir gün sekiz kişinin.
Başına emir seçip, gönderdi gaza için.

Bir de mektup vererek, buyurdu: (Ey Abdullah!
Sen, Necdiye yolunu tut kendine güzergah.

İki gece gidince, aç oku bu mektubu.
Buyurulana göre hareket et, işin bu.)

(Peki ya Resulallah!) dedi ve çıktı yola.
İki gece gidince, bir yerde verdi mola.

Resulün mektubunu açıp etti kıraet.
Yazıyordu: (Allah’ın ismiyle et hareket.

Arkadaşların ile birlikte yol alasın.
Senin ile gitmeye, asla zorlamayasın.

Nahle vadisindeki Kureyş kervanlarını,
Gözetip, bildiresin bize durumlarını.)

Mektubu bitirince, öpüp koydu başına.
Ve şöyle hitab etti sekiz arkadaşına:

(Kim şehid olmak için can atıyorsa eğer,
O gelsin, diğerleri dönüp gidebilirler.

Sizi zorlamıyorum benim ile gelmeye.
İsteyen gelebilir bu hizmeti görmeye.

Aranızda hiç kimse gelmese de hem dahi,
Ben yalnız, tek başıma gideceğim vallahi.)

Dediler: (Ey Abdullah, seninle biz de varız.
Allah’a, Resule ve sana itaatkârız.

Her nereye gidersen, geliriz senin ile.
Biz senden ayrılmayız Allah’ın izni ile.)

Sonra da, hep birlikte yürüdüler ileri.
Gizlenip, gözlediler geçen kafileleri.

Bir ticaret kervanı, geçiyordu o ara.
Dini tebliğ ettiler mücahitler onlara.

Dediler ki: (İmana gelmezseniz eğer siz,
Haberiniz olsun ki, sizinle cenk ederiz.)

Onlar red edince de, savaşa başladılar.
Birisini öldürüp, bir çok esir aldılar.

Kervanın bütün malı, kaldı mücahitlere.
Gidip beşte birini, verdiler o Servere.

Resul de, kalanını onlara taksim etti.
Bu, küffârdan alınan henüz ilk ganimetti.
 


Mescid-i kıbleteyn

Resulün Medine’ye teşrifi üzerinden,
Onyedi ay geçmişti o günden itibaren.

Lakin Resul ve Eshab, Kudüs-ü şerifteki,
Beyt-i makdis’e dönüp, namaz kılarlar idi.

Kuba ve Medine’de yapılan mescidlerin,
Kıblesi, buna göre yapıldı çünkü ilkin.

Ve lakin yahudiler, bunu fırsat bilerek,
Bir fitne çıkardılar, dedikodu ederek.

Dediler: (Ne acayip ve ne gayr-i tabii.
Dini bizden apayrı, kıblesi bizim gibi.)

Bu sözleri, Eshab da işitiyordu, ancak,
Bir şey söylemezlerdi buna cevap olarak.

Küffârın bu sözleri, Allah’ın Resulünün,
Mübarek kulağına nihayet geldi bir gün.

Temiz, nazik kalbleri, incindi bu sözlerden.
Cebrail geldiğinde, söyledi ona hemen.

Buyurdu: (Ey Cebrail, arz eyle ki Allah’a,
Namazlarda yüzümü çevirsin Beytullaha.

Zira yahudilere ait bu Beyt-i makdis.
Kıble için, Kâbe’yi eylesin bana tahsis.)

Cibril aleyhisselam dedi ki: (Ya Muhammed!
Bunu, Hak teâlâdan talep eyle, dua et.)

Cibril, Resulullaha eyleyince böyle arz.
Allah’ın Sevgilisi Rabbine etti niyaz.

Ve Bekara suresi, yüzkırkdördüncü âyet,
Allah’ın Resulüne nazil oldu nihayet.

Ve şöyle buyurdu ki mealen cenâb-ı Hak:
(Ey Habibim, biz seni görüyoruz muhakkak.

Vahyin gelmesi için, dua eylediğini,
Ve bizden ayrıca bir, kıble istediğini.

İşte ey Peygamberim, bunun için seni biz,
İstediğin kıbleye hemen çevireceğiz.

Bundan sonra yüzünü, döndür Kâbe yönüne.
Ey müminler, namazda siz de dönün bu yöne.)

Resulullah, Eshaba namaz kıldırıyordu.
O namaz esnasında, bu âyet nazil oldu.

Öğlenin farzı idi ve bitmemişti daha.
Getirdi bu âyeti Cibril Resulullaha.

O Server, alır almaz Rabbinin bu emrini,
Beytullaha çevirdi, namazda yönlerini.

Sahabe-i kiram da, Peygambere uyarak,
Hep Kâbe’ye döndüler, birden toplu olarak.

O namazın yarısı, Beyt-i makdis’e doğru,
Yarısı da, Kâbe’ye doğru kılınmış oldu.

Bu vak’a, bu mescidde vukua geldiğinden,
Onun ismi, (Mescid-i kıbleteyn) oldu hemen.

Peygamber efendimiz ve bütün Müslümanlar,
Artık Kâbe’ye doğru namazları kıldılar.

Hem sonra Resulullah, hiç vakit geçirmeden,
Kuba’da ilk yapılan mescide gitti hemen.

Onun mihrabını da, mübarek elleriyle,
Yaptı ve duvarları değişti tamamiyle.



 
Bu websitesinin sahibi "Top liste" ekstrasını daha aktive etmemiş!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol